Kur'an ve Sünnete

Göre Kavmiyetçilik

"Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır." (Hucurat, 49/13.)
18/06/2013


Bir gün zahit sahabilerden Ebu Zer el-Gıfari, Hz. Peygamber’in müezzini Bilal-i Habeşi ile münakaşa etti. Tartışma sırasında Ebu Zer, siyahi olan annesinden dolayı Bilal’i ayıpladı. Bilal de durumu Allah Rasulüne şikâyet etti. Kutlu Nebi, Ebu Zer’i görünce, "Ey Ebu Zer! Onu anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde cahiliye ahlakı bulunan bir kimsesin." diyerek onu uyardı. (Buhari, İman, 22; Müslim, Eyman, 38.)



Hz. Peygamber, Ebu Zer’in bu davranışını "cahiliye ahlakı" olarak niteledi. Zira Cahiliye Dönemi'nde insanlar kavim ve kabileleriyle övünür, haksız da olsa kabilesini savunur, kendilerini başkalarından üstün görürlerdi. Bazı soylu aileler ve kabileler kızlarını, aşağı gördükleri kimselere veya kölelikten azat edilmiş kişilere vermek istemezlerdi. Oysa İslam’a göre hangi ırktan veya sosyal katmandan olursa olsun bütün insanlar eşittir. Hiç kimse bir başkasını ırkından veya cilt renginden dolayı ayıplayamaz. Allah Rasulü bu gerçeği meşhur veda hutbesinde bütün insanlığa şu evrensel mesajla haykırmıştır:



"Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki, Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, takva dışında bir üstünlü-ğü yoktur." (İbn Hanbel, Müsned, V, 411.) Nasıl olabilir ki? Zira kim kendi iradesiyle ırkını belirlemiş veya ten rengini seçmiştir? Onu âlemlerin Rabbi olan Allah belirlemiştir. O’nun iradesine kim karışabilir? İnsanları, iradeleri dışındaki özelliklerinden dolayı kınamak, ayıplamak veya aşağılamak, ilahî iradeyi tanımamak ve ona isyan etmek anlamına gelmez mi? Allah’a isyan edenin akı-beti ise hüsrandır. Nitekim şeytan, üstünlük iddiasıyla Hz. Âdem’e secde etmemiş ve ilahî makamdan kovulmuştur. (A‘raf, 7/11-13.)



Kur’an’ın ortaya koyduğu evrensel ilkeye göre bütün insanlar, tek bir anne ve babadan; yani Âdem ile Havva’dan dünyaya gelmişlerdir. Yüce Allah bu gerçeği Hucurat suresi 13. ayette şöyle dile getirmiştir: "Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır." (Ayrıca bkz. Nisa, 4/1; A‘raf, 7/189; Zümer, 39/6.) Buna göre aynı asıldan gelen ve biyolojik özellikleri aynı olan insanlar arasında bir üstünlük veya aşağılık söz konusu olamaz. Eğer üstünlük aranacaksa, biyolojik özelliklerde değil, insanı insan yapan erdemlerde aranmalıdır.



Kur’an, ırkı bir gerçek olarak kabul etmekle birlikte Allah katında önemli olan ve insana değer kazandıran ölçünün takva ve dinî samimiyet olduğunu bildirmiştir. (Hucurat, 49/13.)



Allah Rasulü de, insanların en değerlisi kendisine sorulunca, ilk ve en önemli ölçü olarak takvayı göstermiş ve "İnsanların en hayırlısı, Allah’a karşı en çok saygılı davrananlardır." (Buhari, Tefsir, (Yusuf) 2.) buyurarak Hucurat suresi 13. ayetteki evrensel ilkeyi hatırlatmıştır.



Bunu ifade ederken herhangi bir ırka, gruba veya sınıfa işaret etmemiş, değer ölçüsünü Allah’a saygı ilkesine dayandırmıştır. Başka bir hadisinde de üstünlük ölçüsü olarak takvayı şu sözleriyle dile getirmiştir: "Ey İnsanlar! Allah sizden cahiliye gururunu ve atalarla övünme hasletini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: Allah katında değerli, takva sahibi iyi kişi ve Allah katında değersiz, isyankâr, bedbaht kişi. Bütün insanlar Âdem’in çocukları-dır. Âdemi de Allah, topraktan yaratmıştır." (Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an, 49; Menakıb, 74.)



İnsanı Allah katında değerli kılan ve onu ahiret saadetine ulaştıracak olan amel, kişinin inancı ve yaşama biçimidir. Kıyamet günü insanlar ırklarından veya kabilelerinden değil, inanç ve amellerinden sorguya çekileceklerdir. Bedenlerine ve suretlerine değil, kalplerine ve amellerine bakılacaktır. (Müslim, Birr ve Sıla, 33-34.) İnsanlar Allah’ın huzuruna geldiklerinde herkes kendi ameliyle baş başa kalacak, soy-sopun hiçbir önemi olmayacaktır. "Sûr’a üfürüldüğü zaman (işte) o gün ne aralarında soy-sop yakınlığı kalacak, ne de birbirlerini arayıp soracaklardır." (Mü'minun, 23/101.) ayeti bu hakikati gözler önüne sermektedir.



Kök itibarıyla kardeş olan insanlar, birçok hikmet yanında farklı kimliklerle tanınıp tanışmaları için gruplara ayrılmışlardır. Her grup başkalarından farklı, kendi aralarında ortak özelliklerine dayalı olarak birleşir ve dayanışma içinde olurlar. Bu birleşme ve dayanışmada temel unsur dindir. Bunun içindir ki İslam, müminleri kardeş ilan ederek (Hucurat, 49/10.) din birliğinin her türlü ırki farklılığın üstünde olduğunu vurgulamıştır.



Din kardeşliğini esas alan İslam, mümin gruplar arasında bir çatışma meydana gelmesi hâlinde, "Kardeşlerinizin arasını bulun." (Hucurat, 49/10.) emriyle Müslümanlara, çatışan grupların arasını bulmayı, düşmanlıkları dostluğa ve kardeşliğe, nefreti sevgiye çevirmeyi öğütlemiştir. Allah Rasulü (s.a.s.) de, "Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine şefkat göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı (yani bir mümin) acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da (yani diğer müminler de) uykusuz kalıp acı çekerler." (Müslim, Birr ve Sıla, 66.) buyurarak Müslümanları yardımlaşmaya ve birbirlerinin dertleriyle hemhâl olmaya davet etmiştir.



Asaleti ile övünme ve başkalarının neseplerine hakaret etme âdetinin Cahiliye’den kalma bir anlayış olduğunu ifade eden Kutlu Nebi, (Müslim, Cenaiz, 29.) "Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen bizden değildir." (Ebu Davud, Edeb, 111, 112.) diyerek ırkçılığın İslam dışı bir davranış olduğunu açık bir şekilde ilan etmiştir.



İslam, meşru ölçüler içerisinde olmak kaydıyla kişinin kendi kavim ve kabilesini sevmesini caiz görmüş, fakat kendi ırkını diğerlerinin üstünde ve ayrıcalıklı görmesini yasaklamıştır.



Soy üstünlüğü anlayışını dışlayan İslam, sıla-i rahmi, akrabaya iyilik ve ihsanda bulunmayı teşvik etmiş, soylarıyla bağlarını koparanları ise yermiştir. Bununla birlikte kişinin kendi kabilesine/aşiretine körü körü-ne arka çıkmasını veya kabilesine/aşiretine mensup insanları kayırmasını yasaklamıştır.



Bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu iddia etmek, belli bir ırkı aşağılamak, cinsiyet ayrımcılığı yapmak, diğer dinlerin ve kültürlerin varlığına tahammül göstermemek, bu dinlerin ve kültürlerin varlığını devam ettirmelerini engellemek, belli bir dilin konuşulmasını yasaklamak veya bu dili konuşanları dışlamak ırkçılık kapsamına girmektedir. Oysa İslam, hiçbir dinin ve kültürün kendi varlığını devam ettirmesine müdahale etmemiş, dil ve renk ayrılığı ile sosyal farklılaşmanın bir problem değil, Allah’ın rahmetinin eseri olan bir nimet ve onun ilim ve kudretini ortaya koyan bir alamet olduğunu ifade etmiştir. (İbrahim, 14/4.)



Irkçılık, tarih boyunca insanların huzurunu, birlik ve beraberliğini bozan, dinî bağları gevşeten, parçalanma ve bölünmelere, zulüm ve sömürüye sebep olan bir hastalıktır. Geç-mişte ve günümüzde meydana gelen ırk veya ten rengine dayalı gruplaşmaların insanlık için ne tür felaketlere yol açtığı aşikârdır. Irkçı yaklaşımlar sonucu meydana gelen ve milyonlarca insanın hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı ile geçmişte meydana gelen ve günümüzde de devam eden siyah-beyaz çatışması bunun en bariz örneğidir.



İnsanlık, bu hastalıktan kurtulmak için ırkçılık iddiasından vazgeçmeli ve insanların eşitliği prensibini kabul etmelidir. Bu çerçevede ülkeler kendi içlerinde, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlar da dünya genelinde ırkçılıkla mücadele için tedbirler almalı ve insanlığın huzurunu bozan bu hastalığı ortadan kaldırma yolunda çaba sarf etmelidirler.



Netice olarak ırkçılık ve kabilecilik, hem insanlığa karşı işlenen bir suç, hem de Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Aynı asıldan gelen insanların birbirlerine karşı üstünlük iddiasında bulunmaya hakları yoktur. Üstünlük ırk, ten rengi, dil veya coğrafyada değil, Allah’a karşı saygıda (takva) ve evrensel ahlaki ilkelere bağlılıktadır. İnsanlık barış ve huzura kavuşmak istiyorsa, ırkçılık ve kabilecilik sevdasından vazgeçmeli, farklı ırkların ve kültürlerin varlığını kabul etmeli, bir arada yaşama kültürü oluşturarak dünya barışına katkı sağlamalıdır.



Yazımızı Mehmet Akif Ersoy’un şu mısralarıyla bitirmek istiyoruz:



"Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!



Dinle Peygamber-i zîşanın ilâhî sözünü.





Hani, milliyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!



Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.





"Arnavutluk" ne demek? Var mı şeriatta yeri?



Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!



Arabın Türke; Lazın Çerkese, yahut Kürde;



Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!



Müslümanlıkta "anasır" mı olurmuş? Ne gezer!



Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.



En büyük düşmanıdır ruh-ı Nebî tefrikanın;



Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın!"



(Mehmet Akif ERSOY, Safahat, Üçüncü Kitap, Hakkın



Sesleri, İnkılâp Kitapevi, İstanbul 1986, s. 205-206.)