Okunması Gerekenler (11)

Adab-ı muaşeret, toplum icerisinde insana gerekli olan nezaket kurallarını oğreten, insani ilişkilerde uyulacak ahlaki olculeri ortaya koyan ve kişiyi saygı ve hurmete layık kılan davranış şekilleridir.
14/03/2013


 



ADÂB-I MUAŞERET



Adab-ı muaşeret, toplum icerisinde insana gerekli olan nezaket kurallarını oğreten, insani ilişkilerde uyulacak ahlaki olculeri ortaya koyan ve kişiyi saygı ve hurmete layık kılan davranış şekilleridir.



Nezaket ve gorgu kurallarına onem verilmeyen toplumlarda ahlakın varlığından soz edilemeyeceği gibi; hukuka saygı, nizam ve intizamdan da soz edilemez. Bundan dolayı yuce dinimiz İslam, misafirperverlikten bayram torenlerine; sosyal yardımlaşmadan, insanların birbirini sevip saymalarına; bireysel hayattan sosyal hayata varıncaya kadar hemen her alanda muaşeret prensipleri getirmiştir.



O halde Muslumanlar, hayatlarının her alanında edep kurallarına



uygun soz ve davranış sergilemelidirler.



 



Necip Fazıl Kısakürek



26 Mayıs 1905'da doğdu. Maraş'lı bir soydan gelen Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'ta ki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkı gibi isimler vardı. İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris'te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı(1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı. Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü.



Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazıl' ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.  Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Haftalık Ağaç dergisi(1936, 17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi, Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla büyük ilgi topladı. Kısakürek 25 Mayıs 1983 tarihinde Erenköy’deki  evinde vefat etti. Naşı Eyüp sırtlarındaki kabristana defnedilmiştir.



İyilik üzere



Sa’di-i Şîrâzî hazretleri (ö.691/1292) meşhur Bostan adlı kitabında şöyle anlatır:



Bir yolda önüme geçten biri çıktı. Ardı sıra (tasmalı) bir koyun koşuyordu. Gence dedimki: “Bu koyun senin ardından şu iple tasma sayesinde geliyor. Bunlar olmasa koyun arkandan gelmezdi.” Delikanlı derhal koyunun tasmasını çözdü ve sağa sola koşup seğirtmeye başladı. O dilsiz havya yine koşa koşa delikanlının arkasından gidiyordu. Çünkü onun elinden arpa ve ot yemişti.



Delikanlı oynayıp eğlendikten sonra yanıma döndü. “Ey akıllı kişi ! O nu ardım sıra götüren şey bu ip değilmiş. Ettiğim iyilikler onun boynuna kement olmuş. O nu  peşimde koşturan, yaptığım iyiliklerdir” dedi.



Kükreyen fil bile gördüğü iyilik sebebiyle filciye saldırmaz. Ey iyi adam, kötüleri okşa. Köpek bile ekmeğini yediği zaman seni korur. Canavar parsın dişi, iki gün peynirini yaladığı adama karşı kesmez olur.



GAZNE BÜRÜKRASİSİNDE GANİMET RAHATLIĞI



İlk Müslüman Türk Devletlerinden biri olan Gazneliler devletinin en büyük ve değerli hükümdarlarından biri olan ve tarihte ilk defa “sultan” adını alan Sultan Mahmut, İslamı yaymak için Hindistan’a düzenlediği 18. Seferde çok şiddetli bir direnişle karşılaştı. Gazneli, zafer kazanacağından şüpheye düştü. Bunun üzerine Allah’a şöyle yalvardı:



“Ey Rabbim, bu savaştan galip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım.”



Neticede Sultan Mahmut galip geldi ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu. Gazne’ye döndüklerinde elde ettikleri bütün ganimetleri yoksullara, muhtaçlara dağıtmaya başladı. Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip:



“Aman Sultanım ne yapıyorsunuz, bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler fakir fukaraya dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini ne bilecek? Üstelik devletin hazinesinin bunlara ihtiyacı var.” diyerek itiraz ettiler. Sultan Mahmut bunu Allah’a verdiği sözün gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu söyledi.



Ancak adamlar yine itiraz ettiler:



“Efendimiz önemsiz olanları dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın. Bütün memleketin bunlara ihtiyacı var.”  dediler. Sultan Mahmut’un kafasını karıştırdılar. O devirde Gazne’de yaşayan, doğruyu ve hakkı canı pahasına söylemekten çekinmeyen alim ve fazıl büyük bir zat vardı. Sultan Mahmut onu çağırtıp durumu anlattı ve fikrini sordu.



Zat şöyle cevap verdi:



“Sultanım ! Eğer Allah’a bir daha işiniz düşmeyecekse; hemen adamlarınızın dediğini yapın!…”



Emir Buhari  



Emir Buhari Buhara'da doğdu. Nakşibendiyye tekkesinin büyük kişilerinden Mahmud-ı Fağnevi'nin torunu olan Emir Ahmed-i Buhari, ilk tahsilini Buhara'da tamamladıktan sonra Semerkant'ta dönemin en ünlü mutasavvıfı Ubeydullah Ahrar'a intisap etti. Ahrar dergahında Anadolu'dan buraya gelmiş olan Abdullah-ı İlahi ile tanıştı. Anadolu'ya dönme hazırlığı yapan Abdullah-ı ilahi ile gitmek üzere, şeyhinden izin aldı.



Abdullah-ı İlahi memleketi olan Kütahya'nın Simav ilçesine yerleşince, Emir Buhari'de oraya yerleşti. Bir süre sonra hacca gitmek üzere yola çıktı. Kudüs'te Mescid-i Aksa'nın yanındaki odalardan birinde otururken, vakıf imkanlarından faydalanmayı kabul etmeyip kitaplarla uğraşarak geçimini sağladı. Bir yıl sonra Simav'a döndü. Abdullah-ı İlahi'den izin alarak İstanbul'a gitti. Emir Buhari, İstanbul'da ilk olarak Şeyh Vefa Tekkesine gitti.



Evrenoszade Ahmet Bey'in daveti üzerine Vardar Yenicesi'ne gitti. 1477'den itibaren irşad faaliyetine başlayan Emir Buhari, Nakşibendiyye tarikatını İstanbul'da yayan ilk mutasavvıf olma özelliğini kazanmış oldu. Fatih Camii'nin batısında oturan Emir Buhari'nin taleplerinin artması üzerine Sultan İkinci Bayezid, bir mescidle dervişler için özel hücreler yaptırarak, burasını Nakşibendi tekkesine dönüştürdü. Emir Buhari 1516 yılında vefat etti.



NEDEN KÖTÜRÜM KUŞ GİBİ



İbrahim Ethem’in arkadaşı Şakiki Belhi hayatını kazanmak için ticaret yapmaya karar verir. Bunun için de uzaklara, başka şehirlere gitmesi gereklidir. Ayrılmadan önce, herkesin sevgi ve saygı gösterdiği, kendisine güvendiği hocası İbrahim Ethem’e uğrar. Konuşup helâlleşir ve sonra vedâ ederek yola koyulur.



Kısa bir süre sonra İbrahim Ethem Hazretleri Şakiki Belhi’yi camide görünce, hayretle "Niçin çabuk döndün?" diye sorar. Şakiki Belhi:



"Yolculuğumda çok acayip bir şey gördüm, ondan döndüm" der.



İbrahim Ethem,



"Hayırdır inşâallah, ne gördün anlat bakalım?"



 Şakik şöyle anlatır :



"Yolculuk esnasında, dinlenmek için bir yere çekilmiştim. Orada kör ve topal bir kuş gördüm. Kendi kendime, bu kuş bu uzak yerde yalnız başına nasıl yaşıyor diye düşünürken, az sonra, ağzında yiyecek taşıyan bir başka kuş çıkageldi. Bu böyle bir kaç defa oldu. Bunun üzerine ben, "Bu kuşu bu ıssız yerde rızıklandıran ALLAH, elbet beni de rızıklandırır. O'nun buna gücü yeter" dedim ve döndüm."



Bunun üzerine İbrahim Ethem şöyle dedi:



"Şaşarım sana ey Şakiki Belhi, niçin başkasının yardımıyla yaşayan kötürüm bir kuş gibi olmağa râzı oldun da, hem kendisi için çalışan, hem de diğer düşkünlere yardıma koşan kuş gibi olmayı düşünmedin?"



Bu sözler üzerine Şakiki Belhi, çok mahcup oldu. Kalktı, İbrahim Ethem’in elini öptü ve "Sen bizim üstadımızsın ey İbrahim Ethem" dedi.



Sonra da ticaret döndü.



TECESSÜS



İnsanların dokunulmaz hak ve özgürlüklerinden biri de gizli yönlerinin araştırılmamasıdır. Dinimiz, insan onuruna yaraşır bir şekilde davranmayı emretmiş, onun şeref ve haysiyetine saldırılmasına asla izin vermemiştir. Casusluk kelimesi ile aynı kökten gelen ve başkalarının gizli ve özel hallerini, ayıp ve kusurlarını araştırmak anlamına gelen tecessüs, dinimizin yasakladığı bir davranıştır. Çünkü dinimizde başkalarının ayıp ve kusurlarını ortaya çıkarmak değil; örtmek esastır. Bir ayette müminlere hitaben “…Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın!...” (Hucurat, 49/12) buyrulmuş; Sevgili Peygamberimiz de tecessüsü yasaklayarak, İslam kardeşliğine zarar verecek her turlu davranıştan uzak durulmasını istemiştir (Buhari, “Nikah”, 46).



TEVÂZU



Turkce’de, alcak gönüllülük, kibir ve gösterişten uzak olma anlamlarına gelen tevazu, bir müslümanın sahip olması gereken güzel hasletlerden birisidir. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, Cenabı Hakkın, böbürlenip büyüklük taslayanları sevmediği (Nisa, 4/36; Nahl, 16/23; Lokman, 31/18) belirtilmiştir. Bizim için en güzel örnek olan sevgili Peygamberimiz de ömrü boyunca sade ve gösterişten uzak bir hayat sunmuştur. Daha iyi imkanlara sahip bulunduğu Medine döneminde bile bu mütevazı yaşantısında bir değişiklik olmamıştır. Onun günlük yaşantısını merak edenlere Hz. Aişe’nin verdiği cevap şudur: “O da diğer



insanlar gibi bir insandı. Sizden birinizin ailesi için yaptığı şeyleri o da yapar, ayakkabısını tamir eder, elbisesini diker, koyununu sağar, kendi işini görürdü.” (İbn Hıbban, Sahih, 12/488)



İLMİ İRFANA DÖNÜŞTÜRMEK



İlim bilmek ise irfan bunun hayata geçmesi; ilim ışıksa irfan o ışıkla akıl ve kalbin aydınlanmasıdır. Hz. Peygamber’in Allah’a sığındığı faydasız ilim (Tirmizî, “Daavât”, 68) irfana dönüşmemiş ilimdir. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a karşı ancak, kulları içinde ilim sahibi olanların derin saygı duyacağını belirten ayet (Fâtır, 35/28) ilmini irfana dönüştürenlere işaret etmektedir.



İrfan yahut marifet başta insanın kendi özü olmak üzere her şeyde Yüce Yaratıcının özelliklerini görmek, yaratıklardaki işaretlerden Yaratıcıyı tanımak, tüm varlığa bu gözle bakabilmeyi içselleştirmek ve tüm bilgileri bu amaçla kullanmak demektir. Ne mutlu, Hakk’ı bulan, her şeyde Hakkı gören, ve Hakk’a uygun yaşayan kutlu insanlara!



NİFAK



Nifak sözlükte kaybolmak, eksilmek, tükenmek, arabozuculuk anlamlarına gelir. Kavram olarak inanmadığı halde inanmış gibi görünmek demektir. Nifak alametleri bulunan kimseye de münafık denir. İslam’a göre bir küfür çeşidi olan nifak, dışarıdan Müslüman olarak görülmekle beraber kalben Allah’a iman esaslarına ve İslam peygamberine inanmamak manasına gelir.



   Nifak içinde olan kimseye de münafık denir. İslam’a göre kalben inanmadıkları için münafıklar Allah katında kafirdirler. Dilleri ile Müslüman olduklarını söylemeleri sebebiyle insanlar katında Müslüman olarak muamele görürler.



   Peygamberimiz münafıkları şöyle tanıtır: “Münafığın alameti üçtür; konuştuğunda yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, emanete hıyanetlik ederler.” (Sahihi Buhari ve Tercemesi, 6/272)



AHİRETE İMANIN HAYATA YANSITILMASI



   Kur’an’a göre ölümden sonra dirilme haktır. Herkes hesaba çekilecek; iyi yada kötü bütün amellerinin karşılığını görecektir. (Zilzâl, 99/7-8) Bu inanç, insana ümit kaynağı olduğu gibi



ona sorumluluk duygusu yükleyerek adaletli olmaya yönlendirir.



   Hz. Ömer’de bu konuda; “Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz” (Kitabu’l-Musannef, 7/96) buyurmuştur.



   Ahirete yakînen inanan, kendisini her an kontrol altında tutar ve “herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın” (Haşr, 59/18) ayeti gereği güzel söz ve davranışlara yönelir, kötülüklerden sakınır, diğer insanlarla ilişkilerini sağlıklı bir şekilde yürütür. Bu da âdil, dürüst ve sağlam bir toplumun oluşmasını sağlar.



AHDE VEFA



Ahde vefa, sözünde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmaktır. Kur’an-ı Kerim’de müminlerin sıfatları arasında ahde vefa zikredilmiş, (Mü'minun, 23/8; Meâric, 70/32) inkârcılar arasında bile “el-emîn” sıfatıyla anılan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefa ve sadakatle dolu hayatı da bu konuda bize örnek gösterilmiştir.



   Ahde vefa dendiği zaman öncelikle Yüce Allah’a verdiğimiz söz akla gelmelidir. Yüce Rabbimizin ahdine vefa göstermedikçe insanlara olan ahdimize vefadan bahsedemeyiz. Çünkü insanlara karşı vefalı olmamızı bize emreden Yüce Allah’tır. (Mâide, 5/1) Buna bağlı olarak, toplumumuza ve çevremize karşı olan sorumluluklarımız, Allah’a imanımız ve O’na karşı sorumluluklarımızdan bağımsız değildir. Bu nedenle ahde vefa îmanın bir gereğidir.



ZAMAN İSRAFI



   İslam dini israfın her çeşidini yasaklamıştır. İnsanın ömrünü veya vaktini boş, faydasız ve gelişi güzel şeylerle zayi etmesi anlamına gelen zaman israfı da dinimiz tarafından yasaklanan hususlardan birisidir. Bu konu ile ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz bizleri ayrıca uyarmış ve şöyle buyurmuştur: "İki nimet vardır ki, bunlar hakkında çoğu kimse aldanmıştır.



Onlar da sıhhat ile boş vakittir." (Buhari, “Rikak”, 1)



   Zaman insanın sahip olduğu en değerli sermayedir. Bu sermayeyi kaybetmek de onu dolu dolu yaşayıp kıymetini artırmak da bizim elimizdedir. Bize düşen görev içinde bulunduğumuz anı en güzel ve yararlı bir şekilde değerlendirmektir. “O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.” (İnşirah, 94/7) ayeti de buna işaret etmektedir. Ayette Resûlullah ve onun şahsında müslümanlardan bütün vakitlerini hayırlı ve yararlı faaliyetlerle değerlendirmeleri, ibadet, dua, tebliğ ve irşad gibi dinî faaliyetlerin de; çalışma, üretme, öğrenme-öğretme, yardımlaşma ve dayanışma gibi dünyevî faaliyetlerin de hakkını vermeleri, vakitlerini israf etmemeleri istenmiştir.