Kıyamete ve Cennete Çıkan Yol..

Müslümana gereken, kınanan alâmetlerden sakınmak, kıyâmetin kopmasına sebep olan özelliklerden uzak durmak, belki dünyanın varoluş sebebi olan kâmil müslüman olmaya çalışmaktır. Bu suretle de âhiretin huzurunu kazandıran dünyanın huzurunu sağlamak, en azından huzura katkıda bulunmaya azmetmek…

16/04/2012


Önce kınanan alâmetlerinden bazılarını görelim sonra da kınananlardan olmayıp Rasûlullah'ın, kıyâmete kadar Hakka arka çıkan bir gurubun bulunacağını haber verdiği İslâm cemaatinin içinde  kâmil mü'min bir fert olma nasıl gerçekleşebilir onu görelim.



Kıyâmetin kınanan bazı alâmetlerini bildiren hadîsi şerîfler:



1. Sevbân (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:



"Yakında milletler yemek yiyenlerin çanağına eğilerek toplandıkları gibi sizin aleyhinize toplanıp birleşecekler." Bir zat: Biz o gün sayıca az mıyız? dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Tam aksine siz o gün çoksunuz. Fakat siz, o zaman selin üzerinde taşıdığı çörçöp gibi olacaksınız, Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin heybetinizi (korkunuzu) çıkaracak ve kalplerinize vehn atacak." Bir zat: vehn nedir yâ Rasûlallah? dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Dünyayı sevmek, ölümü sevmemektir." buyurdu.1



Müslümanların mağlubiyeti azlıktan değil, dünyayı ve yaşamayı sevmekten dolayıdır. Düşmanı, ancak düşmanda olmayan silahla yenmek mümkün olur ki o da âhireti dünyaya tercih, Allah'ın rızasını hevanın arzusuna tercih, ölümü yani şehâdeti yaşamaya tercihtir. Kim Allah'ı tercih ederse Allah da onu tercih eder. Allah kimi de tercih ederse onu korur, düşmanlarına da gâlip kılar. Hz. Peygamber'in, müslümanları selin üzerindeki çerçöpe benzetmesi, kalplerindeki Allah korkusunun çıkması, yerine düşmanların korkusunun müslümanların kalplerine girmesi sebebiyle manevî ağırlıklarının olmamasındandır. Kalplerden Allah korkusunun çıkmasının sebebi: Müslümanların Allah'ın rızasını gaye etmeyip dünyayı ve rahatlığı gaye etmeleri ve ölümü sevmemeleridir.



2. Ebû Vâkıd el-Leysî (r.a.)'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:



"Nefsim elinde olan zata (Allah'a) yemin olsun ki, siz de kendinizden önceki (Yahudi ve Hıristiyan)  milletlerin yoluna mutlaka uyacaksınız." 2 Hadis, hasen sahihdir.



Başka bir hadîs-i şerîfte ise Ebû Saîd-i Hudrî'nin rivâyetine göre şöyle buyurmuştur:                                                              "Sizler, kendinizden önce geçen milletlerin yoluna, karışı karışına, arşını arşınına tıpatıp muhakkak uyacaksınız! O dereye kadar ki, şayet onlar kertenkele deliğine girmiş olsalar, siz de muhakkak (onlara uyarak) oraya gireceksiniz!" (Ravî Ebû Saîd-i Hudrî dedi ki) Biz: Yâ Rasûlallah! Bu ümmetler Yahudilerle Hıristiyanlar mı? diye sorduk. Rasûlullah:"Onlardan başka kim olacak?" buyurdu.3



Bâtıla uymak ya cehâletten ya da nefse uymaktan kaynaklanır. Müslüman olmayanlara önce ahlâken ve amelen benzeme sonra da itikâden benzeme meydana gelir. Bu ise ebedî felaket demektir. Müslümanlar o zaman İslâm'ı bilmediklerinden ve nefislerine uyduklarından dolayı mağlup olacaklar. Çoğunlukla mağluplar gâliplerin dinlerine girerler, galipleri adım adım izlerler. Müslümanlar İslâm'ı gerçek olarak bilseler, gerçeğin İslâm'da olduğunu görecek, bu sebeple de başka inanç ve sistemlere ihtiyaç görmeyeceklerinden kendilerinden başkalarına benzemeyeceklerdir. Batılı bir fikir adamının, "Müslümanlar câhil kalınca Müslümanlık'tan çıkarlar, Hıristiyanlar da âlim olunca Hıristiyanlık'tan çıkarlar." sözü  ne kadar isabetli!



3. Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur:



"Kıyâmete yakın, karanlık gecenin parçaları gibi fitneler olacaktır. Bu fitneler içinde kişi mü'min olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlayacak ve mü'min olarak akşamlayıp kâfir olarak sabahlayacaktır. Bazı topluluklar, dünya metaı karşılığında dinlerini satacaklardır." 4



İnsanın değişimi müessir/tesir edip etki eden kimse olmadığındandır. Müessir olamayan elbette müteessir/etkilenen kimse olur. Müessir müslüman, davası, ahlâkı, başarısı, eseri, iyiliği ve Allah'ın lûtfu ile  gâlip olan kimsedir. Bu müslüman  ölçü sahibi olduğundan, Allah'ın yardımıyla yüce ve gâlip olduğundan dolayı Hak üzere sebat ederler. Onları mağlup etmek isteyen mağlup olur, aşağı görmek isteyen kendi aşağılığını o müslümanda görür, öldürmek isteyen onda dirilir.



Müslümanların hem küfre hem de İslâm'a açık olması bütün dünyanın bir mahalle gibi olduğuna, Internet vasıtasıyla İslâm sitesine de gayri müslimlerin sitelerine de uğradığından girdiği sitenin tesirinde kaldığına bir işaret vardır. Eğer Müslüman İslâm'ı ilim olarak bilse ve gereğiyle de yaşasa müessir olup müteessir olmayacaktır. Ölçüyü de kavradığından dolayı değişen değil gelişen bir seyir izleyecektir.



İnsan dinini niçin satar? Herhalde dinini ve dininin kıymetini bilmediğindendir. Aklı sıra dünyayı dinden kıymetli biliyor, kıymetsizi(!) verip kıymetli olanı(!) almakla kâr ettiğini zannediyor. İnsana gereken nefsini aklına, aklını da imanına teslim etmektir. Akıl, doğru ve sahih bilgi ışığına sahip olacaktır ki her şeyin hakikatini görebilsin. Akıl göze benzer, ilim de ışığa benzer. Göz olmadan ışıktan istifade olmaz, ışık olmadan da göz göremez. Demek ki önce ilim sonra amel gerekir. Amel için de önce terbiye gerekir. Terbiye için iyi ortam, iyi arkadaş ve iyi terbiyeci, bunlardan daha önemlisi ortamı müsait cemaat gerekir. Yoksa nefis aklı etkisi altına alır. Nefsi de, kim galip olursa  nefsi o etkisi altına alır.



4. Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:



"İlmin kaldırılması, cehâletin meydana çıkması, zinanın yayılması, içkinin içilmesi ve elli kadının koruyup gözeticisi olacak derecede kadınlar çoğalıp erkeklerin azalması kıyâmet alâmetlerindendir." 5



İlmin kaldırılması, cehâletin meydana çıkması, zinanın yayılması ve içkinin içilmesi Müslümanların İslâmî gâlibiyetlerinin olmaması, ya kâfirlerin ya da nefsine uyan fâsıkların idaresi demektir ki her iki durumda da İslâm'ın itikâdî ve idârî hâkim olmaması demektir.



İlimden maksat, Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerin ortaya koyduğu gerçekler, ve bu gerçeklerden müctehidlerin istinbât ettikleri vahiy kültürüdür, bu kültürden doğan İslâm Medeniyetidir.



İlmin kaldırılması, âlimin ölmesi ve yerine âlimin yetişmemesine göz yumulması neticesinde olmaktadır. Bu da elbette düşmanların işine yaramaktadır. Halbuki ilimden büyük zenginlik, cehâletten kötü fakirlik yoktur. İlmin yokluğu arkasından her şeyin yokluğunu getirmektedir. İlmin yokluğu cehâletten ve nefisten istifade ile insan ve İslâm düşmanlarının istilası demektir. İstilaya karşı çıkıldığı zaman emperyalistlerin, silahsız müslümanların erkek olanlarını öldürünce kadınların erkeksiz kalması neticesinde elli kadına bakan bir erkek kalır.



5. Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)'den rivâyet edilmiştir, dedi ki Rasûlullah (s.a.s.) şöyle  buyurdu:



"Ümmetim, onbeş (kötü) özelliği işlerse kendilerine bela iner." Bunun üzerine:



Yâ Rasûlallah! Onlar nelerdir? denildi. Cevap olarak şöyle buyurdu:



"Zenginlik belli kişiler arasında dolaştığı, emânete hıyânetin ganimet sayıldığı, zekâtın verilmesinin zarar sayıldığı, kişi karısına itaat edip annesine eziyet ettiği ve arkadaşlarına karşı iyi olup babasına cefa ettiği, mescitlerde gürültüler yükseldiği, aşağılık adamın millete lider olduğu, şerrinden korkularak kişiye ikram edildiği, şaraplar içildiği, ipek giyildiği, şarkıcı kızlar  alındığı, çalgı aletleri edinildiği ve bu ümmetin sonu öncekilerine lânet okuduğu vakit, işte o zaman bir kızıl rüzgâr veya yere batmak veya kılık değiştirmek (gibi bir belâ) beklesinler." 6



Zenginliğin belli kişiler arasında dolaşması ya fâizden, ya zekâtın verilmemesinden, ya da devlet imkanlarının belli kişilere peşkeş çekilmesindendir. Emânete hıyânet, emânetin ehil olmayan ellerde olmasından olur. Zekât vermek iman işidir. İman olmazsa elden çıkana zarar diye bakar. Hayatı seküler mantıkla sade dünya hayatı olarak görür, âhirete bakmaz, malın maddî olarak artmasına bakar, berekete inanmadığından berekete bakmaz, bereket sebebi olan yardımlaşmaya, zengin ile fakir arası uçuruma engel köprü demek olan zekat ve sadakaya da yönelmez. Eğer yönelirse riyâkârlığından, Müslümanları kandırmak istediğinden, deve gelecek yere kazı esirgemez de ondandır.



Karısına itaat edip annesine eziyet etmeyi, iyilik ve büyüklüğün kıymetini bilmediğinden, şehveti şefkate tercih etmesindendir. Arkadaş kıymetini bilip baba kıymetini bilmemek, farz ile nafileyi bilmeyip nâfileyi farza tercih etmesinden belki nâfileyi alıp farzı terk etmesindendir.



Mescidlerde gürültünün olması demek, mescidlerde ilim değil sadece ses olması, sese önem verilip ilme önem verilmemesi demek olsa gerektir.



Değersiz insanların baş olması, değerin ayak altına alınıp değersizliğin baş tacı edilmesi demektir. O toplum değerler toplumu değil değersizler toplumu demektir. Değersizler de ancak dolgu malzemesi olurlar, düşmanların hedeflerine kanalize edilen güruh haline gelirler, nefis elinde gassal elindeki meyyit gibi olurlar.



Şerlilerden korkularak şerlilere ikram edilmesi şerlilerin hakimiyetini ve şerrin revaçta olduğunu ifade der. Hayırlılar gâfil olunca hâinler hâkim olur. Sâlihler, fâsıklar kadar cesur olmayınca fâsıkların kuyruğu olurlar. Halbuki müslümanın konumu Hakda baş olmaktır. Her bir ferde de gereken, ehil değilse Hakda kuyruk olmaktır.



Şarapların içilmesi, ipeğin giyilmesi, şarkıcı kızların  alınması, çalgı aletlerinin edinilmesi imanın mahkûm nefsin hâkim olması demektir. Bunlara toplumda değer verilmesi gerçek değerlerin unutulmasını doğurmaktadır. Nefsin, hevanın ve şehvetin hâkim, aklın, kalbin ve ruhun mahkûm olması demektir.



İslâm Dünyasında, Batılıların oryantalizm gayretleri neticesinde ve bunların oyunlarına âlet olan gâfillerin de yardımıyla Sahâbeye, Mezhep imamlarına ve diğer İslâm büyüklerine düşmanlık başlamıştır. Bir davanın öncüleri gözden düşürülünce dava da gözden düşürülür. Düşmanın da istediği budur. Bu faaliyetlere göz yummak, düşmanın, silah deposunu çalmasına göz yummak demektir. Hâin ile gâfil netice itibariyle birdir. Hâin depoyu düşmana teslim ediyor, gâfil de uyuyor düşman da alıp götürüyor.



6. Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:"Her biri Allah'ın Rasûlü olduğunu iddia eden otuza yakın yalancı deccal gönderilmedikçe kıyâmet kopmayacaktır." 7



Bu hadîs-i şerîften anlaşılan net bir sonuç, deccalların uzun bir zaman diliminde gelmeleri ve çok olmalarıdır. İslâm'ın ilk yıllarında peygamberlik iddiasıyla çıkanların işleri bitirilmiş ve ortadan kaldırılmıştır. Şüphesiz o dönemlerde İslâm gâlip idi. Şimdi ise Müslümanlar gâlip değil mağlupturlar. Çünkü Müslümanların nefislerine esir olmaları neticesinde idare ve irade gâliplerin ellerine geçmiştir. Bugün İslâm ülkelerinde deccalların hakimiyetleri sürmektedir. İslâm'ın ilk yıllarında deccallar peygamber olduklarını söylemişler, şimdiki deccallar ise, Allah Teâlâ tarafından helal ve haram etme özelliğine sahip kılınan  Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ortaya koyduğu helal ve haramı reddedip kendileri helal ve haram koymalarıyla bir bakıma peygamberlik iddia etmiş olmaktadırlar.



Fitnesinden ve şerrinden sığınılması emredilen esas Mesîh-i Deccâl8  Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan Deccal'ın çıkması sonradır. Bu Mesîh-i Deccâl'ı, Hz. Îsâ (a.s.) öldürecektir.9



Hz. Peygamber (s.a.s.), "Âdem'in yaratılışı ile kıyâmetin kopması arasında Deccal'dan daha büyük bir fitne yoktur." buyurmuştur.10 Diğer bir hadîs-i şerîfte ise, her peygamberin, kavmini o şaşı ve yalancı Deccaldan sakındırdıklarını haber vermektedir.11 Bir hadiste deccallardan dört tanesinin kadın olduğu rivâyet edilmektedir.12 En büyük deccal, Îsâ aleyhisselâm'ın öldüreceği deccaldır.



Deccal'ın fitnesinden korunmak için Kehf sûresinin ilk âyetlerinin okunması,13 başka bir hadiste de  son âyetleri emredilmektedir. Kehf sûresinin baş kısmında iman üzerinde, son sayfasında da ihlâs üzerinde durulmuştur.Deccal'ı mü'min, iman nuruyla tanıyacak, ihlâs ve samimiyetiyle de Allah Teâlâ'nın yardımına mazhar olacak demek olsa gerektir.



7. Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İnsanların üzerine bir zaman gelecektir ki, onların içinde dini üzerinde sabreden (emirleri yerine getirip nehiylerinden sakınmada sebat eden), avucunun içinde ateş parçası tutan gibi olacaktır." 14



Bu durum, İslâm'a karşı olanların gâlip ve günah ortamının hâkim, günahların yaygın olmasının ve müslümanın da imanının zayıf olduğunun ifadesidir. Ateşe dayanmak ne kadar zorsa, imanın korunmasının ve imanın gereklerinin uygulanmasının da o derece zorluğu var demektir. Buradaki teşbih muhalden kinâye değil, zordan kinâyedir. Âhiret zorluğundan kurtulmak isteyen, elde ateşi tutmak gibi olan din üzere sebat zorluğuna katlanmalıdır. Zira sıkıntıya katlanmayan sıkıntıdan kurtulamaz. Hadisteki dinden maksat İslâm dinidir. Çünkü İslâm dininden başka bir dini Allah Teâlâ kabul etmemektedir. İşte âyet-i kerîme: "Kim İslâm'dan başka bir din (İtikâdî ve amelî sistem) ararsa ondan (bu din) aslâ kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır."15



8. Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:



"İdarecileriniz, iyi kişileriniz ve zenginleriniz, cömert kişileriniz olduğu ve işleriniz de şûrâ ile yürütüldüğü takdirde toprağın üstü, toprağın içinden sizin için daha hayırlıdır. İdarecileriniz, şerlileriniz ve zenginleriniz, cimrileriniz olduğu ve işleriniz de kadınlarınıza kaldığı zaman toprağın içi, üstünden sizin için daha hayırlıdır." 16



İdâre irâdenin, cömertlik kâmil imanın, istişâre değerli fikirlere önem vermenin, katılım ve atılımın ifadesidir. İşte böyle bir ortam, huzur ortamıdır ki elbette burası ebedî huzur yeri olan cenneti kazandıran bir ortamdır. İnsanlar idarecilerinin dinlerinden yani gidişatından etkilenirler. İdareciler şerli olursa, halk da zamanla şerre yönelir. Zenginlik yerinde kullanılmaz, zekat ve sadaka verilmezse orta direk yıkılır, ezenler ve ezilenler meydana gelir. Genel idarecilik kadına tevdi edilirse işlerin bir çoğu aksayacak, emniyet ve güven ortamı zedelenecek demektir. İşte böyle bir yer  elbette cennet huzurunu kazandıran yer değil, kaybettiren yer olacağından, yerin altı yani günah işlemeden ölümün istendiği yer olur. Kadınların idarecilik yaptığı saha ve durumlar vardır ki o saha da onlardan başkasına tevdi edilmesi caiz olmaz.   9. Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Siz öyle bir zamandasınız ki, sizden kendisine emredilenin onda birini terk eden kimse helâk olur. Sonra bir zaman gelecek ki, onlardan kendisine emredilenin onda birini yapan kimse kurtulacaktır." 17



Allah Teâlâ, önce bildirmiş sonra sorumlu tutmuştur. Mü'minin ilk yapacağı iş, sorumluluğunun ilki ilim öğrenmektir. İlim öğrenme imkanı varsa, sorumluluktan asla kurtulamaz. İlim öğrenme imkanının manisi yoksa yani âlimlerden ilim öğrenmenin engeli yoksa sorumluluktan kurtuluş yoktur. Ne zaman ilim adamı yok edilir, ilim adamı yetiştirmenin önü kesilir ise ilme ulaşma imkanı kalkmış olur, işte o zaman sorumluluk ondan bire düşer. Ama bugün ilme ulaşma imkanı var, insaf ve feragat ehli  fedakâr âlimler az da olsa bulunmaktadır. Bizi kurtuluşa götüren; emrolunduğumuz marufların hâkim, yasaklandığımız münkerlerin mahkum olmasıdır. Eğer marufun emri, münkerin nehyi terk edilirse kişiler helâke düşer. Çünkü, din değerli olduğu bilindiği, dine sahip çıkacak kimselerin çok olduğu yerde marufu emir münkeri nehiy terk edilirse çok büyük kusurdur. Şayet İslâm zayıf, zulüm çok, günahlar yaygın hale gelmiş, dine sahip çıkacak kimseler az olursa işte o zaman, onda bir uygulansada kurtuluş gerçekleşir. Zira Allah Teâlâ insanlara güçlerinin dışında hiçbir şey yüklememiştir.



10. Abdullah b. Mesûd (r.a.)'un rivayetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Âhir zamanda, yaşları genç, akılları ermez bir kavim çıkacaktır. Yeryüzünün en hayırlısının (Hz. Peygamber'in) sözünü söyleyecekler, Kur'ân okuyacaklar, Kur'ân, onların gırtlaklarından aşağı inmeyecektir. Dinden, okun avı delip geçtiği gibi çıkacaklar." 18



Her işin başı ilim ve onun hakikat ve mahiyetini kavramaktır. İlimden sonra o hakikati tasdik etmektir. Tasdik edenler iki kısımdır: Birisi, tasdikini tatbik eder, itaat eder, diğeri, itaati terk eder. Din kelimesi, dinin imanına da ameline de istimal edilir. Dinden çıkar deyince ya tasdik etmiyor veya tasdikini terk etmiş demek, ya da tasdik ediyor ama tatbikinden çıkmış, fâsık olmuş demektir.



Batılılar, İslâm dünyasında son yetmiş veya yüz senedir İslâm'ı içinden yıkmanın faaliyeti içindedirler. Önce ilmiye sınıfının içine girdiler. İslâmî sahada çalışmaları yürüttüler; mezhep imamlarını ve müçtehidleri tenkit ederek müçtehidleri devre dışı bırakıp devreye kendilerini koyabilmek için mezhepleri tenkitle işe başladılar, sonra hadisleri tenkide daha doğrusu netice bakımından niyetleri açısından dini tenkit etmeye devam ettiler, daha sonra da Kur'ân-ı Kerîm'in tarihselliği fikriyle Kur'ân'ı devre dışı bırakmaya çalıştılar. Bu işte mesafe de aldılar. Bu oryantalistler ve yetiştirdikleri kafalar tarafından yaşları genç ilmî çalışma yapmaya elverişli olmayan, ilmi kavrayamayan akılları İslâmî incelikleri kavrayamayan kimseleri yetiştirdiler. Aklı ve seküler mantığı ölçü alan bu kimseler de hadisleri reddetmeye, Kur'ân-ı Kerîm'i bu yanlış akıl süzgeciyle ve uydurdukları ilmî done dedikleri şeylerle yanlış tevillerle saptırmak suretiyle dinden çıktılar. Bir kısmı dinin itikadından, bir kısmı da itaatinden çıktılar.



Bir başka tehlike de Hâricî mantıkla İslâm adına müslümanları tekfir ettiler, karşı çıkanları acımasızca karşılarına aldılar. İslâm Akâidinin kâfir demediğini bunlar kâfir dediler, kendi yetersiz ilim ve akıllarıyla İslâm inancına ters bir inanca saplandılar, kendi kendilerine yorum getirdiler yani içtihad yaptılar ve böylece de dinden uzaklaştılar. Bunların en acınacak tarafları kendilerini hâlis müslüman, gerçek müslüman, diğerlerini de İslâm'dan çıkanlar diye nitelediler.



11. Mirdâse'l-Eslemî (r.a.)'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:



"Bu ümmetin ilk önce sâlih kulları birbiri ardınca (bu hayattan Allah katına) gidecek, geriye de arpanın yahut hurmanın çalkantı kozalakları gibi ıskartaları, kalacaktır ki, Allah onlara hiçbir şekilde değer vermeyecektir."  19



Sâlih, îmâna uygun, Kur'ân'a uygun, vahye uygun, Allah Teâlâ'nın rızasına uygun, Hz. Peygamber'in sünnetine uygun hayat sürdüren demektir. Bu, sahîh ve sağlam ilimle, ihlâslı amelle ve ihsân mertebesinde kulluk etmekle, yaşadıklarını kendilerinden sonraya örneklikler sergileyerek, yerlerine sâlihler yetiştirmeye çalışarak devam eder.



İnsanlar arpanın veya hurmanın kozalağına değer vermediği gibi sâlih olmayanlara da böylece değer vermeyeceğini haber vermektedir. Sâlihlerin yolu İslâm'ın yoludur. Onların vefatlarıyla İslâm'ın yolu da ortadan kalkacak ki geride kalan kimseler için  Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah onlara hiçbir şekilde değer vermeyecektir." buyurmuştur. Değer vermemesi, onların şerefini yükseltmeyecek ve onlar için amellerini tartacak bir mizan da koymayacak, demektir. 20



12. Abdullah b. Amr b. Âs (r. anhümâ)'dan rivayete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah, ilmi insan (hafıza)larından çekip alıvermez. Fakat ilmi, ulemâyı öldürmek suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım câhilleri kendilerine baş/lider edinirler. Onlara (birtakım meseleler) sorulur, onlar da ilimsiz /bilmedikleri halde fetva verirler. Bu suretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de (insanları) saptırırlar." 21



İlimden maksat İslâmî ilimdir, helalı haramı, hakkı bâtılı, hayrı şerri, iyiyi kötüyü belirtip ortaya koyan kaynağı vahiy olan ilimdir. Maddî hayatta güneş ne ise insanlarda da ilim öyle bir konumda, belki ondan daha önemlidir. İlim yalnız başına bulunmaz. İlim âlimde bulunur. Âlimin gitmesi ilmin gitmesi demektir, ışığın gitmesi, güneşin sönmesi demektir. Âlim de ilim kurumundan yetişir. İlim kurumlarının yok edilmesi, daha tehlikelisi gerçek âlimlerin bulunmadığı, belki daha da fecisi kötü maksatlı kimselerin ilim adına kurumlar açması cahil olmalarına rağmen âlim gibi içtihad yapmaları sapmaları ve saptırmaları neticesini vermektedir.



13. Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:



Meclisin birinde Hz. Peygamber (s.a.s.) huzurundakilere söz söylerken ansızın bir bedevî gelip: Kıyâmet ne zamandır? diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) konuşmasına devam etti. Oradakilerin kimi: Bedevînin ne dediğini işitti, ama sorusundan hoşlanmadı dedi, kimi de: Belki işitmedi diye hükmetti. Nihayet Rasûlullah sözünü bitirince: "O kıyâmeti soran nerede?" diye sordu. Bedevî: İşte ben yâ Rasûlallah, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah:



"Emânet zayi edildiği vakit kıyâmeti bekle!" buyurdu. Yine bedevî: Emâneti zayi etmek nasıl olur? diye tekrar sorunca, Rasûlullah: "İş, ehli olmayana bırakıldığında kıyâmeti bekle!" buyurdu.22 



Emânet, bizim olmadığı halde koruması bize bırakılan her şeydir. Maddî ve mânevî emânet diye ikiye ayırtmamız mümkündür. Maddî emânetler, sahip olduğumuz vücut organları, mallar, çocuklar, kurumlar, tarihî eşya, tarihî camiler, zaman, yer altı ve yeryüzü zenginlikler v.s. Mânevî emânetler, İslâm ve İslâm'ı oluşturan Kur'ân-ı Kerîm, Hadîs-i Şerîfler, kütüphanelerdeki eserler, Müslümanların hayatında görülen güzel hasletler, ahlâk, İslâmî idareler v.s. Her emânetin kıyâmeti, onun ehli olmayana verilmesidir. Kıyâmet, kurulan ilâhî düzenin, konan şartların ortadan kalkması neticesinde yıkılması, diğer âleme hesap neticesinde ya ebedî huzur veya ebedî azap için intikal edilmesidir. Önce mânevî kıyâmet yani mânevî huzurun bozulması sonra maddî kıyâmetin meydana gelmesidir.



En önemli emânetlerden birisi, genelin huzurunu sağlayan devlet yönetimidir. Devlet başkanı insanın kalbi gibidir. Nasıl ki kalp bozulunca bütün vücut bozuluyorsa, insanların kalbi konumunda olan devlet başkanı da bozulunca bütün milletin bozulması başlamıştır. Devlet başkanı ve ekibinin bozulması devam edince milletin de bozulması devam etmiştir. Bunun çaresi idareciliğin ehil olan insanlara verilmesidir. Bunlardan önce herkese ve her şeye yön veren ilmiye sınıfının, Allah'a ve âhirete inanmayan, din fikrinin yok edilmesi, hayatın insanı yaratanın prensiplerine göre düzenlenmemesi gerektiği anlayışını yani materyalist ve seküler mantığı eğitimin temeli yapması ve bu eğitim kurumlarından yetişen insanların da bu anlayışla yetişmesi, İslâm dünyasındaki kıyâmetin başlangıcı olmuştur. Batıda mânevî kıyâmet zaten kopmuştur. Batıda maddî kıyâmet kopmadığı için maddî huzur var. İslâm dünyasında maddî huzur yok, mânevî huzur da mânevî dinamiklerimiz olan âlim ve âriflerin yok denecek kadar azalması neticesinde yok olmaya yüztutmuştur. İbrahim b. Edhem'in dediği gibi,“dini yırttık dünyayı yamamak için, dünyayı yamayamadık üstelik dinden olduk.” Bu hususta kurtuluş, önce ehliyet sonra adâlet daha sonra da gerçeklerin uygulanmasıdır.



Bu gün bu alâmetlerden kurtulmak isteyen müslümanlara gereken esaslar:



1. Hakka arka çıkan bir İslâm cemaati içinde olmak ve bir görev almak.



Buna şu iki şu hadîs-i şerîf-i delil olarak gösterebiliriz: "Muhakkak ki şeytan, ayrılıp yalnız kalan koyunu yakalayan kurt gibi (ayrılıp yalnız kalan) insanın da kurdudur. Ayrılmaktan ve ayrı kalmaktan sakının! Cemaate, (İslâmî) topluma ve mescide  yapışın." 23



Hadîs-i şerîfte üç şeye sarılma emredilmiştir. Kişinin kendi cemaati olur, onunla alakasını hiç kaybetmez, kaybetmemelidir de. Ancak diğer cemaatlerle yani İslâmî toplumla alakası olan ne kadar az, belki birbirlerinin aleyhinde, gıybetini yapmaktadırlar. Diğer İslâmî guruplarla mutlaka iyi alakamız olmalı, birliktelikler kurmalıyız. Bir de mescidle yani Müslümanları toplayan câmî (cem eden-toplayan) ile mutlaka alakamız olmalıdır. Bu alaka ile İslâm toplumu ile alaka kurmuş oluruz.



"Allah'ın eli cemaatle beraber, şeytan ise cemaatten ayrılıp muhalefet edenle beraberdir."  24



Bir görev almayı gerekli kılan delil de şu âyet-i kerîmedir: "Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa havârîlere: Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kimdir? demişti. Havârîler de: Allah (yolunun) yardımcıları biziz, demişlerdi. İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler." 25



Bu âyetten çıkarılan sorumluluğu yerine getirebilmek için gerekli üç şey:



1) Hakk'ı tanıtan lider,



2) Hakk'ı tanıyan ve lidere itâat eden,



3) Görev alan ve görevini yerine getiren görevli.



Bu âyet-i kerîmeye göre bu üç şart yerine getirilince Allah Teâlâ'nın yardımı gerçekleşecek ve zafer olacak demektir. Önce lider, sonra liderin daveti ve davete çağrısı, sonra da davete icabetin kavlî ve fiilî  ifadesi, daha sonra da düşmanlara karşı olanların Allah'ın yardımıyla zafere ulaşmaları. Şu âyet-i kerîme de ne yapmamızı ve kimlerle beraber olmamızı emretmektedir:



"Ey iman edenler! Allah'tan korkun (saygılı olun) ve sâdıklarla beraber olunuz." 26



Bu âyet-i kerîme önce itaat edip isyan etmemek, zikredip unutmamak ve şükredip nankörlük etmemek manasında olan Allah Teâlâ'dan korkma emredilmekte sonra da Ensâr'a, imanlarında, davalarında sadâkat gösteren Muhâcirler'le beraber olun ve onların davalarına destek olun diye emredilmektedir. Âyetin nüzûl sebebinin özel oluşu mananın genel oluşuna mani değildir kaidesine göre bu âyet Ensâr'ın şahsında bütün müslümanlara bir emirdir.



Hakka arka çıkanların kıyâmete kadar bulunacağı çok önemli müjdedir. Buna dair Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:



"Ümmetimden bir tâife Hakka arka çıkmakta/yardımcı olmakta devam edecektir. Onlara muhalefette bulunanlar zarar veremeyecektir. Nihayet Allah'ın emri/kıyâmet onlar bu halde iken gelecektir."  27



Hadîs-i şerîfte dikkat çekilen konu ikidir: Birisi Hakka arka çıkan bir tâifenin bulunacağı, diğeri de onlara, muhalif olanların zarar veremeyeceğidir. Bu Hakka arka çıkanların içinde bulunmanın en büyük faydası îmânını koruması, İslâm düşmanlarının, orada bulunan kimselerin îmânını fitneye düşürmede başarılı olamamalarıdır. Çünkü Allah Teâlâ yardım edeceğini va'detmiştir. Allah ise va'dinden vazgeçmez. İşte âyet-i kerîmeler:



"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz O de size yardım eder, ayaklarınızı sâbit tutar." 28  



"Eğer Allah size yardım ederse, size gâlip gelecek yoktur. Fakat sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü'minler yalnız Allah'a güvensinler." 29



Bize gereken o tâifenin yani o gurubun içinde olmak ve gereken görevleri yerine getirmeye çalışmaktır.



Diğer bir hadîs-i şerifte de Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden bir tâife Hakka yardımcı olarak kıyâmete kadar çarpışmakta devam edecektir. Sonra Meryem'in oğlu Îsâ (s.a.s.) inecek ve müslümanların emîri ona: Gel bize namaz kıldır, diyecek, o da: Hayır, Allah'ın bu ümmete bir ikramı olmak