Hakkıyla Kulluk
Hak üstündür. Yoksa her üstün olan haklı değildir.
Hakk’ın hakkını vermek ise en güzel olandır
Hakkın ikamesini hayatın gayesi bilenler, öncelikle bu sorumluluğun nasıl bir donanımla mümkün olacağının bilincinde olanlardır.
07/04/2009 - 14:15

Hakkın tecellisi ancak, hakkı temsil edenlerin hak üzere bir duruşu sürdürmeleri ile mümkündür. Bu hassasiyeti taşımayanların batıl karşısında bir varlık göstermeleri beklenemez.

Bu bakımdan Müslüman Hakka teslim olan ve hakkı teslim eden insandır… Yine Müslüman el attığı her işin hakkını veren kişidir. Hakkıyla sürdürülmeyen bir kulluk sonuçta hüsrandan başka bir şey değildir. Hakikaten gereği gibi önemsenmeyen hiçbir iş sonuç vermiyor. Bu açıdan öncelikle cevabı arayacağımız soru; İslam’ın hakkını verip vermediğimiz? Hangi seviyede İslam’la ilgiliyiz? Önceliklerimiz arasında İslam kaçıncı sırada? Müsait zamanların Müslümanlığı ile mesafe alamayacağımız açık bir gerçek… İndi ilahide bir “hak ediş” için İslami sorumluluklarımızın hakkını vermemiz gerekiyor. Yüzeysel çabalarla, şekilsel görüntülerle bu sınavı yüz akı ile sürdürmemizin mümkünü yok… “Dostlar pazarda görsünler” hesabına yapılan uğraşlar belki görüntüyü kurtarmaya yeterli olabilir, ancak sadra şifa olacak bir netice beklenemez… Hakkıyla yüklenmediğimiz bir davanın bizi Rabbin rızasına taşımasını umabilir miyiz? Gereği gibi kuşanamadığımız bir İslami kimliğin bizler için kurtarıcı olmasını nasıl bekleyebiliriz ki?
 
O halde gerekliliğinde kuşku olmayan bu sorumluluğu nasıl kuşanabiliriz? Güçlü bir İslami kimliği ve kişiliği nasıl inşa edebiliriz? Zorluklar ve olumsuzluklarla sınanmadıkça çetin süreçlerde nasıl ayakta kalabiliriz?
 
Dinamik ve dayanaklarımız neler olmalıdır?
 
Yüce Kitabımız Kur’an’dan seçtiğimiz beş ayetle sorularımıza cevap bulmaya çalışacağız…

İşte inşa sürecinde sacayaklarından birini oluşturan ilk husus:

 
Tevhidin hakkını vermek yani gereği gibi tevhid…
 

Kur’an insanın en ciddi şaşkınlık ve sapkınlık alanına vurgu yapıyor… İnsanlık tarihi boyunca inanç sorunları noktasında inkardan ziyade inhirafın ağır bastığını görmekteyiz… İnsanların ekseriyetinin Allah’a ihanetten daha çok O’nu ihmal ettiklerine tanık olmaktayız…

Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler…” (Hac -74)

Hakka kadrihi…”
 

Önce iman edilen, fakat sonra ihmal edilen Allah… “Allah” dediler nasıl bir Allah tasavvuru üzerinde olmaları gerektiğini doğru okuyamadılar…

Allah’ı gereği gibi ciddiye almadılar… O’na dürüst davranmadılar…. Allah’la aralarına mesafe koydular… Allah’ın kendileri için belirlediği alana razı olmaları gerekirken kendileri Allah’a alan belirlemeye kalkıştılar…

Allah’ın yetkilerini kısıtlama yoluna gittiler. Sözde Allah’ı yüceltirken esasta ise kimi işlerine Allah’ı karıştırmaz oldular.

Şu gerçek unutulmaya yüz tuttu: Müslüman canının istediği gibi değil Allah’ın istediği gibi yaşayandır. Mümin her işte Allah’ı hesaba katandır… Unutmayalım ki; Allah’a değer veren insan ancak değerlidir…  Zaman zaman şu soru her Müslüman’ın zihin dünyasını kurcalar; acaba bir kul olarak Allah katında değerim, durumum nedir?
 

Bu can alıcı sorunun cevabını Efendimiz (sav)’den alıyoruz:

“Bir kimse Allah katındaki değerini bilmek istiyorsa, kendisi Allah’a ne kadar değer veriyor ona baksın. Şüphesiz Allah-ü Teala kulunu kulunun kendisini indirdiği seviyeye indirir.” (Hakim-Müstedrek)

Siz hangi seviyede Allah ile ilgili iseniz O’nun da size ilgisi o kadar olacaktır…

Sizin gündeminizde Allah kaçıncı sırada ise O’nun gündeminde sizin sıranız odur…

Siz O’nu ne kadar önemserseniz O’da sizi o kadar önemseyecektir…

O halde siz beni anın ki, ben de sizi anayım…” (Bakara -152)

Siz O’nu hatırlarsanız, O’da sizi hatırlayacaktır…

Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (dinine) yardım ederseniz, O’da size yardım eder…” (Muhammed -7)
 

Onlar Allah’ı unuttular, O’ da onları unuttu.” (Tevbe -67) Yani unutulanlardan, mahrum bırakılanlardan oldular…

Hadisi Kudside ifade edildiği gibi:

Siz O’na yürüyerek giderseniz O size koşarak gelir.”

Yani en önemlisi Allah ile iyi olmak, yakın durmak… O’nu gereği gibi takdir etmek… O’na yanlış yapmamak…Hakkı ile tevhid…
  
Şirkin alabildiğine sosyalleştiği, zulmün siyasallaştığı, küfrün yasallaştığı bir dünya da tevhidi duyarlılığın teyakkuzda olması gerekiyor…  Tevhidin sosyalleşmesi imani bir gerekliliktir.
  

Tevhidin toplumsal sonucu adalet, kişisel neticesi ise özgürlüktür…

Allah’ı hakkı ile takdir etmek sorumluluğunun bilincinde olanlar bilirler ki, Müslüman olmak bir yerde kolay, zor olan Müslüman kalmaktır. Daha da zoru ise Müslüman olarak ölebilmektir…

Hayatı yeniden inşa ederken kalkış noktamız Garudi’nin şu özlü ifadesi olacaktır…
                

Siyasette hüküm Allah’ındır…

Ekonomide mülk Allah’ındır…

Kültürde söz Allah’ındır…

Hülasa muvahhid kalabilmenin temelinde bunlar vardır…

İkinci sorumluluk ise:

Takvanın hakkını vermek yani gereği gibi takva…

“Ey iman edenler, nasıl bir takvaya sahip olmak gerekiyorsa hakkıyla takva sahibi olun…”(Ali İmran -102)

 “Hakka tükatihi…”

Takva rollerine soyunmadan, iliklerine kadar takvayı özümsemek… Sorumluluk bilinci ile dolmak… Hayatı bu bilinçle kavrama ve biçimlendirme... Fıtratla çelişmemek… Fatır-ı mutlak’a muhalefet etmemek… Sürekli Allah’ın denetiminde olduğunun idraki ile ciddi bir disipline bağlı kalmak… Takva ruhumuzda filizlenmedikçe, bedenlerimizde çiçeklenmedikçe kimden korkmamız ve kimden korunmamız gerektiğini çözemeyiz…

Allah’a karşı saygı yüklü bir korku hali ve çekingenlik bizi başıboşluklardan kurtaracaktır… Takva örtüsünü üstümüze almadıkça çarpıklıktan, çıplaklıktan kurtulamayız…

Silik ve sinik bir takva değil… Sorgulayan , silkeleyen ve savunan bir takva… İtirazı olan, “Hayır” diyebilen ama ilahi sınırları korumada ödün vermeyen bir tutum…

Takva korkusu devreye girince beşeri korkuları kefenleme fırsatı yakalanmış olur… İçi kof,  edilgen bir takva şeytani bir oyalanmadır… Münzevi kalmayı değil müdahil olmayı öğreten; hep mülayim olmayı değil gerektiğinde muhalif olmayı bilmek…

Evet muttaki olmak, Allah ile ilişkide ciddi bir tutarlılık ve kararlılık içinde olmayı gerektiriyor … O’na karşı sadakat ve samimiyete halel gelmemesi icap ediyor… Rabbani sorumluluk bunu zorunlu kılıyor…
 
O taktirde, takvanın koruyucu gücü ile vahye tanıklığımızı net bir şekilde sürdürebiliriz…
 

Üçüncü ayet ve bununla belirginleşen sorumluluk…

 Cihadın hakkını vermek yani gereği gibi cihad…

 ‘‘Allah uğrunda hakkıyla cihad edin…’’ (Hac -78)

 “Hakka cihadihi…”

Cihadın edebiyatı, hamaseti, hitabeti değil, kendisi hem de hakkı ile… Cihadın dillere pelesenk, ağızlara sakız olduğu süreçlerden, şimdilerde ise cihadın zinhar ağza alınmadığı günlere gelindi… Uçlarda gezinen insanımız itidale nasıl intikal edecek? Önce kavramlarımızın içini doğru doldurmak lazım … İçi boşaltılmış kavramlar dinde laubaliliğin önünü açıyor… Önce cihadla cinayetin ayrımını doğru yapmak lazım … Ne cihaddır, ne değildir? Ardından cihadsızlığın nasıl bir zillete kapı araladığını görmek gerekir… Cihadı hayatınızdan çıkarırsanız geriye sadece ‘‘hiç’’lik kalır…
 
Cihad, duygu ve düşüncelere pranga vuran ‘‘fitneci sistemleri’’ ortadan kaldırma, etkisizleştirme çabasıdır… İslam’ın yolunu açmak, insanların İslam’la buluşmasının önündeki engelleri bertaraf etme gayretidir… İslam’ın koruyucu şemsiyesi altında insanların özgürce bir tercihe gidebilme fırsatını sunar…
 

Cihadın anlamını, kapsamını daraltmadan hayatın tamamını kuşatacak bir çerçevede düşünmek durumundayız… Hayat ; İman ve cihad değil miydi?

Cihadi boyutu olmayan İslami anlayışın ciddiyeti ve saygınlığı olur mu?
 

Allah yolunda cihad ile ancak insanlara bir özgürlük koridoru açmış olursunuz… Zulüm, zillet, zulmet, sömürü, işgal ve talanın önüne cihadsız nasıl geçebilirsiniz? Cihad, İslam’ın izzeti ile varoluşunu sürdürme kararlılığıdır…

Cihad, İslam’ın ve insanlığın yararına olan kişisel ve kurumsal bazda; sözlü, yazılı, fiili, görsel, bilimsel, kültürel, siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri tüm çabaların toplamıdır…

 Allah’ın rızasına yönelik her türlü gayret; gerektiğinde İslam düşmanları ile can ve malla yapılan savaşta yer almaktır…

Mekke döneminde inen şu ayet, günümüzde ki cihad sorumluluğunun boyutlarını bize gösteriyor:

 ‘‘Sakın kafirlere itaat etme. Onlarla büyük bir cihad ile cihad et.’’ (Furkan-52)

Mekke günlerinde ki bu cihadın ekseninde henüz kılıç yoktu. Kur’an vardı…

Evet, cihad tüm zamanların sorumluluğudur… Gereği gibi yapılan bir cihad iki dünyanında güvencesidir…

Dördüncü ayet ve Kitabı hakkı ile tilavet sorumluluğu…

 ‘‘Kendilerine kitabı verdiklerimiz onu hakkı ile tilavet ederler…’’ (Bakara-121)

 “Hakka tilavetihi…”
 
Tilavet, kıraatten farklıdır…
 
Tilavet; okumak, takip etmek, ardından gitmek, tabi olmak, uymak anlamlarını içeriyor… Uygulama sonrası söyleme eylemidir… Okunup anlaşıldıktan sonra ve gereği yapıldıktan sonra gerçekleşen aktarmaya denilir…
 

Bu bağlamda Kur’an okumalarımızın hayata yansımasını görmek gerekiyor…

Bu kitap hayatın neresinde? Hayat kitabı olan Kur’an’a hayatımızı açmadan tilavetin hakkını vermiş olmayız… Evet, hafızamızdaki Kur’an değil hayatımızdaki Kur’an bizim için kurtarıcı ve yol göstericidir… Ayetler ilk gündeki sıcaklığı ile her gün hayatımıza inmiyorsa hakkı ile tilavet gerçekleşmiyor demektir… Zihinlerde ki, yüreklerdeki Kur’an yürürlüğe girdiği zaman okumaktan amaç hasıl olacaktır. Hafızalarda hissedilen ayetler hayatta muhafaza edilemiyorsa vahiyden kopuş başlamıştır… Kimliklerin vahiyle şekillenmesi için vahyin komple bizi kuşatması gerekiyor… Bu durumda vahiyle netleşen zihin, vahiyle beslenen akıl, vahiyle titreyen yürek, vahiyle donanan ruh, vahiyle arınan nefis, vahiyle dirilen hayat ve vahiyle yürüyen insan Kur’an’ın insandır… O insan her an Kur’an’ı açık tutma iradesine sahiptir… Zaten biz kitabı açık tuttukça yasakçılar onu kapatamaz… Hayatımızdan çıkaramaz… Tabi önce iç dünyamızı Kur’an’a açmak durumundayız… Belki Kur’an’ın sayfaları arasında gezinenlerimiz oldukça çok… Onu habire tekrar eden de çok… Hakkıyla tilavet etmeye gelince aynı şeyi söyleyemiyoruz… Evet çokça okunan ama mehcur bırakılan bir kitap önümüzde duruyor… Şimdi önce kendimizi ona açma sonra da kitabı açık tutma vaktidir…
 
Beşinci ayet sorumluluklarımıza hakkı ile riayet etmemiz gerektiğine dikkat çekiyor…

‘‘İhdas ettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık(emretmedik). Ancak Allah’ın rızasını aramak için bu yolu seçtiler. Ama buna da hakkıyla riayet etmediler…’’ (Hadid-27)

 
Hakka riayetiha…”
 

Yüklendikleri İslami sorumlulukların hakkını vermediler. Geçiştirdiler… Zamana yaydılar… Ertelenmeci bir anlayışla işin içinden sıyrıldılar, sonra da kulvar değiştirdiler… İslam için ortaya sürdüğümüz tüm iddialarımızı, ahitlerimizi, adaklarımızı hatırlamak durumundayız… Sadakat, ciddiyet, samimiyet bunu gerektiriyor… Ahde vefa en çok Allah’a verdiğimiz sözlerde beklenir…

Arkasında duramayacağımız sözler bizden sadır olmamalıdır…

Taahhütte bulunurken takatimizi iyi hesap etmeliyiz… Yarınlarda altında ezileceğimiz vaatlerde bulunamayız… Omuzlarımızdaki yükümlülüğünde hakkını verme hususunda işi geciktiremeyiz… Çünkü her şey kayıt altında ve her şey hesaba ve sınava tabi…

Evet sonuç itibari ile bize emanet edilen hayatın hakkını vermek beş kelime ile mümkün…

‘‘Hakka kadrihi…’’ Hakkıyla tevhid… Yani muvahhid olmak…

‘‘Hakka tükatihi…’’ Hakkıyla takva… Yani muttaki olmak…

‘‘Hakka cihadihi…’’ Hakkıyla cihad… Yani mücahid olmak…

‘‘Hakka tilavetihi…’’ Hakkıyla tilavet… Yani müteal değerlere tutunmak…

‘‘Hakka riayetiha…’’ Hakkıyla riayet… Yani sorumluluklara sıkı sarılmak…

 Bunlara hassasiyet gösterenlere Cenab-ı Hak’da hakkı teslim ediyor…

‘‘İşte hakkı ile mümin olanlar bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.’’ (Enfal-4)

 Hak yerini buluyor…

 Bu kelimelerin hakkını vermediğimiz taktirde en büyük haksızlığı kendi nefsimize yapmış oluruz…