YOLUN EN DOĞRUSU YOLUN EN EĞRİSİ
Hatırlayalım, Kur’ân’da yol anlamında; “tarik, sebîl, sırat, şeriat, minhac, selek, din, hidâyet” gibi kelimeler kullanılıyor. Bunların hepsinde de Türkçe’de kullandığımız “yol” manası olsa da, daha çok manevi yol, kişinin hayat anlayışı, üzerinde yürüdüğü din anlamı daha ağırlıklıdır.
01/02/2019 - 14:12

Kur’an’da yol için bu kadar farklı kelimelerin kullanılması hem yolun önemine, hem de istikamet üzere olabilmenin imkanlarına işarettir. Bu anlamda yolların olumlu veya olumsuz, en doğru yol veya en eğri, en hak veya en sapık yol olarak iki ana gruba ayrılmasıdır.

Bu yazıda bu iki yolun bazı özelliklerine “sebîl-yol” bağlamında kısaca temas etmek istiyoruz.

“Sebîl (çoğulu: sübül)”; üzerinde kolayca yürünen yol, işlek yol, çıkar yol anlamındadır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s : 327-328) Ayrıca; açık yol (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/116), büyük yol, hüccet (delil/kanıt), çare, sebep, genel su içme yeri anlamlarına gelir.

Kur’an sebili bir yerde yine sebep, gerekçe, bahane anlamında kullanıyor.

Allah (cc) cezanın suç karşılığı olması gerektiğini şöyle belirliyor: “Ama kötülüğün cezası, ancak ona denk bir karşılık olabilir. Ne var ki kim affeder ve barış yaparsa, işte onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphe yok ki O, zalimleri asla sevmez.”(Şûrâ 42/40)

“Yani cezâlar, suçlunun aleyhine bir şey olmazsa, o cezâ değil zulme teşvik; suça uygun olmazsa da adaletsizlik olur.” (M. Türk meali âyet notu)

Haksız bir saldırıya karşı meşru müdafaa dayanışması sergileyenlere gelince: onlara (ceza vermek için) bir yol (sebîl) yoktur(onlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar).

Aleyhlerine yol (sebîl) olanlar (ceza verilecek olanlar), sadece insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere güç kullanıp saldırganlık yapan kimselerdir: Onların hakkı elem verici bir azaptır.

Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir. (Şûrâ 42/41-44) 

Kötülük, yani Kur’an’ın cürüm dediği haksızlıkları yapanın cezası Allah’ın, o kötülük için bildirdiği cezayı aynen uygulamaktır. Zira Allah’ın takdir ettiği ceza şüphesiz o suça denktir. Ancak kim de ceza­landırmaya gücü ve imkanı olduğu halde, Allah rızası için, kötülük yapanı affeder ve arayı düzeltirse Allah ona ecir verir. Kötülük edene aynen mukabele et­mek, adaleti yerine getirmektir. Onu affetmek ise bir lütuftur ve daha makbul bir davranıştır. Şüphesiz ki Allah (cc)  kötülüğü başlatan zalimleri sevmez.

Zulme uğrayan bir kimsenin hakkını araması, otorite tarafından cezalandırılmasını istemesi hakkıdır.

Bazılarına göre bu âyet, haksızlığa uğrayan kişinin, hakkını bizzat kendi eliyle al­dığı takdirde cezalandırılmayacağını ve bundan dolayı suçlanamayacağını açıklıyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/157)

Bu konuda S. Kutub şöyle diyor: “Buna göre zulme uğradıktan sonra kendini savunarak zulmü bertaraf eden, kötülüğe onun gibi bir kötülükle karşılık veren, ama haksızlık etmeyen kişi hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü o yasal hakkını kullanmıştır. Hiç kimse onu sorumlu tutup yargılama yetkisine sahip değildir ve hiç kimse onun karşısına geçip engelleyemez. Karşılarına dikilip engel olunması gerekenler insanlara zulmedenlerdir, yeryüzünde haksız yere azgınlaşanlardır. Çünkü, içinde zalimler bulunduğu ve bu zalimler insanların tepkisiyle karşılaşmadıkları, zulümlerinden vazgeçirilmeye çalışılmadıkları sürece yeryüzü ıslah olmaz. Azgınlar diledikleri gibi haksızlık ettikleri ve hiç kimse tarafından engellenmedikleri, direnişle karşılaşmadıkları sürece yeryüzündeki hayat normal akışını sürdüremez. Yüce Allah zalim ve azgın kişileri acıklı bir azapla tehdit ediyor ama, insanların da zulüm ve azgınlığa karşı çıkmaları, yolunu tıkamaları gerekir.” (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/3166)

Bazılarına göre bir müminin, kendisine haksızlık yapan müşrikten hakkını bizzat kendisi alabilir. Ama kendisine haksızlık yapan bir müminden hakkını bizzat değil, ancak hakim (otorite) kararıyla alabilir. 

Ama kötülüğün cezası, ancak ona denk bir karşılık olabilir...”ifadesi hakkında ilim ehli şöyle demişler: Allah (cc) mü’minleri iki gruba ayırıyor. Bir grup kendilerine haksızlık yapanları affedebilir. Bununla ilgili olarak; “Öfkelendiklerin­de de onlar bağışlarlar” (Şûrâ 42/37) buyurdu. Diğer grup ise kendilerine zulmedenlerden öç alırlar. Onların durumunu da bu âyet açıklamaktadır. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, )

İlk dönem müfessirlerinden Katade’ye göre ise bu âyetin hükmü olabilecek kısas olayları hakkındadır. Buna karşın zulmeden kişiye aynen zulmetmek helâl değildir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/157)

Siyasî, bir anlamda hukukî otoritenin hâkim olduğu yerlerde insanlar kendilerine haksızlık edenleri, zalimleri, yani dinî veya hukukî açıdan suç sayılan eylemleri yapanları cezalandırmaya kalkışmaları, kaosa, adaletsizliğe, güvensizliğie, kan davalarına yol açabilir. Kin ve nefret tohumlarını atabilir, öç alma duygusunu tetikleyebilir. Bu tehlikeye işaret etmek amacıyla olsa gerek M. Esed Şûrâ 42/40. âyetini şöyle açıklamış: Ama (unutma ki,) kötülüğü cezalandırma (teşebbüsü) de, bizâtihî bir kötülük olabilir; o halde, kim [düşmanını] affeder ve barış yaparsa mükafatı Allah katındadır, çünkü O, zalimleri sevmez.”

Arkasından da şöyle bir açıklamaya ihtiyaç duymuş: “Lafzen, “onun gibi bir kötülüktür” (veya “olabilir”). Başka bir deyimle zorbalığa (ki önceki ayetin son cümlesindeki bağy isminin karşılığıdır) karşı yürütülen başarılı mücadele, bazan, önceki zalimlere karşı benzer bir zorbalığa dönüşebilir. Bu nedenle, klasik müfessirlerin çoğu (Beğavî, Zemahşerî, Râzî, Beydâvî gibi) kişinin kendisini zorbalığa ve baskıya karşı savunurken “saldırganlık yapma”sının (i‘tidâ’) kesinlikle yasak olduğunu vurgulamışlardır”

Kur’an, meşru savaşta bile “Size savaş açanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın, ama haddi aşmayın, yani amacınızı aşıp saldırganlık yapmayın” uyarısını yapmaktadır. (bkz: Bekara 2/190)

Bu nedenle hukukî sorunu olan, başkaları tarafından haksızlığa uğrayan, hakkı gasbedilen mevcut hukuk sisteminde hakkını aramalıdır. Bu şekilde hakkını yetkili mercilerde arayıp alan, velevki bu hak haksızlık yapanın aleyhine olsa bile,  kınanmaz, suçlanmaz, cezalandırmak için bir sebîl (yol), sebep veya bahane aranmaz.

Bu âyetlerin sahabelere inanç özgürlüğü tanımayan putperest Mekkeliler'in baskıları altında yaşadıkları ve henüz suçluya ceza verebilecek bir bağımsız bir sisteme sahip  olmadıkları bir dönemde indiğini hatırlayalım. O zaman bile müslümanlardan,  başkasının hakkına saldırı niteliği taşıyan eylemler konusunda suç ve ceza dengesini gözetmeleri isteniyordu. İleride İslâmî bir otorite (devlet) kuracak olan sahabeler, bireyler ve toplumlar arası ilişkilerde saldırı ve haksızlıklara karşılık verilmesi konusunda bile haklılık sınırlarının aşılmaması, amaca uygunluk ve denklik ilkelerine riayet edilmesi konusunda fikren hazırlanıyordu.

Özellikle 39 ve 41. âyetler bazı müfessirlerce müslümanlar ile müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerle sınırlandınlarak açıklanmış olmakla beraber, Taberî’nin ısrarla belirttiği üzere buralarda Allah (cc) herhangi bir ayırım ve sınırlandırma yapmaksızın, hakkını korumaya ve zâlime haddini bildirmeye çalışan herkesi övmüştür. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/648)

Abdullah b. Abbas’ın şöyle dediği rivâyet ediliyor: “Müşrikler sahabelere zulmettiler, onları Mekke’den çıkmaya zorladılar. Allah (cc) da onların Mekke’den çıkmalarına izin verdi. Yeryüzünde onlara imkan ve iktidar bahşetti. Zalimlere karşı onlara yardım etti. İşte “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. 

Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir...(Hac 22/39-40) âyetleri bunu dile getiriyor. 

Bazılarına göre bu, -kâfir olsun olmasın- haksızlık eden herkes ile ilgili genel bir hükümdür. Yani müslümanlar bir zalimin zulmüne teslim olmazlar (içinde bulundukları şartlara göre gerekeni yaparlar). Bu da iyiliği emredip kötülüğe engel olmaya bir işarettir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2748)

Kur’an bunun ardından dengeli ve ölçülü davranmaya, nefsi kontrol etmeye, kişisel durumlarda sabır gösterip hoşgörülü davranmaya ait konuya dönüyor. Affetmek kimi zaman haksızlığı sona erdirmeden etkili olduğu anlaşılıyor. Kaldı ki böyle durumlarda öç almayı bırakıp affetmek, zelil, zavallı olmanın değil; üstünlüğün, izzetli olmanın belirtisidir. Ki Kur’an böyle davranmayı övüyor:  “Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir. (Şûrâ 42/44) 

Bu âyetlerde özetle şu hususlara dikkat çekildiği söylenebilir: 1) Hangi sebeple olursa olsun başkalarına haksızlık etmeye Allah (cc) razı olmaz. 2) Şayet cezalandırma yolu seçilmişse, kötülüğü yapan kişi o eylemin kötülüğünü kendisine hissettirecek nitelikte ve ona denk bir karşılık görmelidir; 3) ama konu şahsî bir hakla ilgiliyse bağışlama ve düzeltme yolunun seçilmesi hak sahibini ziyana sokmaz, ama Allah katındaki mükâfatı vardır. 4) Öte yandan haksız saldırıyı önlemeye çalışmak ve meşru müdafaa ölçüleri içinde karşılık vermek, kınamayı ve cezayı gerektiren bir eylem değildir, 5) fakat sabredip özveride bulunmak da bir erdemdir. 6) Bazı müfessirler bu âyetlerin tefsiri sırasında, bir haktan kamu otoritesi vasıtasıyla alınması hususunda fikir birliği bulunduğuna işaret ettikten sonra ihkak-ı hak (hak sahibinin bizzat hakkını alması) konusundaki görüş ayrılıklarına değinirler.

Aslında bu konu başka âyetlerle birlikte anlaşılmalı gereken bir konudur. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/648)

 

Kur’an sebîl (yol) kelimesini bir de rüşd kelimesiyle isim tamlaması şeklinde kullanıyor.

 

-Rüşd yolu (sebîlü’r-rüşd)

 ‘Rüşd’, sözlükte, doğru yolu bulup ona girmek, akıl ve ruh bakımından olgunlaşmak, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilme olgunluğuna ulaşmak demektir, doğruluktur, yani istikamet üzere olmaktır. (İbni Maznur. Lisanu’l-Arab, 6/157. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 275)

“Rüşd”, kavram olarak, “ğayy”ın, yani şaşırmanın, sapıtmanın, doğru yolu bilememenin zıddıdır.

Kur’an “rüşd”ü hak din olan İslâm’ın yerine kullanmaktadır. er-Rüşd İslâmdır, Kur’an yoludur, hidâyettir ve en doğru yoldur.

Dinde zorlama yoktur. Gerçekte rüşd (doğru yol) ile ğayy (sapıtma yol) belli olmuştur. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Bekara 2/256)

İslâm aynı zamanda rüşd yoludur, Sebilü’r-rüşd’tür. O, dosdoğru bir yoldur. Onda eğrilik (ıvec) ve sapıklık (ğayy) yoktur. Onun gösterdiği yolda, onun emir ve yasaklarında bir yanlışlık ve zararlı bir şey yoktur.

Kur’an, bütün insanları ve cinleri ‘rüşd’ yoluna ulaştırmak için gönderilmiş bir kitaptır. Rüşd yolu, elbette ğayy-sapıklık ve şaşkınlık yolu birbirinden ayrıdır. O Allah'ın gösterdiği doğru yoldur. Kur’an’ın  anlattığı, gösterdiği, bildirdiği ve içerisine aldığı şeyler işte bu irşad (rüşde ulaşma) prensipleridir. (Cinn 72/2)

Allah (cc) bütün peygamberlere bu prensipleri öğretmiş, onlar da insanları bu rüşd yoluna davet etmişlerdir. (Kehf 18/66. Enbiyâ 21/51)

Rüşd, Kur’an’da doğru yol (hidâyet) ve hakk din anlamında geçtiği gibi; başarı ve doğru yola ileten kabiliyet gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.

Rüşd Hûd Suresi 78. âyette ise aklı başında adam, rüşd sahibi (reşîd) anlamında geçmektedir. Kavminden bazılarının kendisine insan suretinde gelen meleklerle ilgili niyetlerini sezen Lût (as) onlara “... Allah’a karşı gelmekten sakının ve misafirlerime karşı beni rezil etmeyin. İçinizde hiç aklı başında (reşîd) bir adam yok mu?”dedi. Reşîd olan bir insan yanlış iş yapmaz, çirkin fiillerden uzak durur. 

Allah’ın gönderdiği ‘rüşd’ yolu olan İslâma inanan bütün mü’minler, Kur’an’la ve Peygamberin tebliği ile ‘irşad’ olmuş, böylece ‘Sebilü’r-rüşd’e ulaşmış ve ‘râşid-reşîd’ olmuş kimselerdir.  

Kur’an, ‘râşid’ olma (rüşd’e girme) sıfatını mü’minler hakkında övücü bir sıfat olarak kullanıyor. (bkz: Hucurât 49/7) (Ece, H. K. İslâm'ın Temel Kavramları, s: 568)

Ortada yol, yollar var. İnsanların din edindiği, hayat felsefesi saydığı, hayat biçim olarak benimsediği, üzerinde olduğu, yada Âhirete doğru tutturduğu pek çok yollar var. Ama önemli olan herhangi bir “yol” değil; yolun dosdoğru, sapasağlam, hedefe yani selâmete doğru giden yol olmasıdır. Kur’an bunu hem belirlilik takısıyla er-Rüşd, yani yol, belirli yol, yegâne yol, hidâyet yolu şeklinde, hem de isim tamlaması olarak “sebîlü’r-rüşd ve sebîlü’r-reşâd” şeklinde belirliyor. Bir anlamda “yol” gerçeğinin sınırlarını çiziyor.

er-Rüşd “Sebîlü’r-rüşd ve sebîlü’r-reşâd” aynı anlamdadır. Din ve hayat proğramı açısından İslâm’ın en doğru yol olduğunu ifade ederler. Sebîlü’r-rüşd bir âyette yer alıyor. Şöyleki:

Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım. (Onlar) her türlü mucizeye şâhit olsalar da yine de ona iman etmezler. Doğru yolu (sebîli’r-rüşd’ü) görüyor olsalar da onu yol (sebîl) edinmezler. Ama sapıklık yolunu (sebîl’l-ğayy’ı) görseler onu (hemen) yol (sebîl) edinirler. Bu, onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan hep gafil olmaları sebebiyledir.”(A’raf 7/146)

Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayan müstekbiler, kibirli inkarcılar, Allah’ın ayetlerinden yüz çevirdikleri için sapıtılar. Allah’ın evrendeki ve Kur’an’daki âyetlerini, o âyetlerin dile getirdiği gerçeği anlamazlar. O âyetlerin sunduğu mutluluğu tadamazlar. Olgunluk ve doğruluk yoluna «sebiliü’r-rüşd»e uymazlar. Bu yola davet karşısında sağ duyuları tersine işlediği için duyarsız olacaklar. Bunun sebebi hakkı ve batılı, rüşd yolu ile ğayy yolunu ayırdetmek için gönderilen ve gösterilen ayetleri kibirlenerek birer aslı olamayn hurafe saymaları, hakikatten gafil olmalarıdır. Böyleleri okuyup anlamadan, dinleyip tefekkür etmeden, üzerinde akıl yormadan inkarcılık yaparlar. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/132)

“Sebilü’r-reşâd” ise iki âyette geçiyor. Birisi Firavun’a nisbetle, diğeri Firavun kavminden imanını gizleyen bir mü’mine nisbetle geliyor.

“Firavun ailesinden olup da, inandığını gizleyen bir adam dedi ki: "Rabbim Allah'tır diyen bir adamı mı öldüreceksiniz? Oysa size Rabbinizden belgelerle gelmiştir. Eğer yalancıysa, yalanı kendisinedir; eğer doğru sözlü ise, sizi tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir. Doğrusu Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez."

Ey kavmim! Bugün, yeryüzüne hakim kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah'ın azabı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder?

Bunun üzerine Firavun: Ben size kendi görüşümü söylüyorum ve yine size ancak doğru yolu (sebilü’r-reşâd’ı)gösteriyorum”dedi. (Mü’min 40/28-29)

Ama gerçekte Firavunun yolu rüşd yolu değil, ğayy yani sapıklık ve felaket yolu idi. Kur’an Firavun’un işlerinin rüşd (doğru, isabetli, yerinde ve hak) olmadığını haber veriyor. (Hûd 11/97) Hatta karısı bile ondan ve onun yaptıklarından kendisini kurtarması için Allah’a dua etmişti. (Tahrim 66/11)

O mü’min kişi sözlerine şöyle devam etti: " ... Ey kavmim, siz bana tabi olun, ben sizi sebîlü’l-reşâda-doğru yola ileteyim.” (Mü'min 40/38)

Kur’an’da ismi geçmeyen bu kişi belli ki aklı başında, gerçeği gören, fazilet sahibi birisi idi. Musa’nın davetini duyunca aradığı gerçeği bulduğunu düşünmüş ve gizlice iman etmiş olmalı. Firavun hz. Musa’yı öldürmeye kalkışınca muhtemel ki saraydaki mevkiini kulanarak buna engel olmuştu.

Ukbe b. Ebû Muayt isimli putperestin, Kâbe’de bulunan Hz. Peygamber’e saldırarak boğazına sarıldığmı gören Hz. Ebû Bekir, saldırganı ellerinden yakalayarak Resûllah’ı kurtarmış; daha sonra da “Adamı, “Rabbim Allah’tır” dediği için öldürecek misiniz! Oysa o size Rabbinizden âyetler getirmiştir” mealindeki bölümünü aynen tekrarlamıştır. (Buhârî, Tefsir/40-1, no: 4815, Fedâil/5 no: 3678. Ahmed b. Hanbel, 2/204)

“Bu pasaj zamanda farklı bir düşünce ve inanç ortaya koyanlar karşısında ölçülü, soğukkanlı davranmak, sağduyuyla hareket etmek: bunların doğruluğu ve yanlışlığı üzerinde düşünüp taşındıktan sonra bir karara varmak ve tavır belirlemek gerektiği yönünde genel bir ders ve uyarı anlamı taşımaktadır.

29. âyet ise siyasî güç ve hakimiyetin, zorbalık, baskı ve haksızlık aracı olarak kullanılmaması gerektiğini; bunu yapanların ilâhî cezayı hak etmelerinin kaçınılmaz olduğunu hatırlatması bakımından önemlidir.” (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 4/560)

Rüşd yolu (sebîlü’r-rüşd)-doğruluk, aklı başında olma yoluolarak «ğayy-sapmanın, doğru yoldan çıkmanın, şaşkın olma»nın tam karşıtı, en doğru yoldur ve en akıllı seçimdir.

Tarihten beri insanların din, inanç, ibadet olarak uydurduğu yollar; insanların ilgileri, karakterleri ve meşrebleri doğrultusunda çok sayıdadır.Ancak Allah’ın insanları davet ettiği, üzerinde yürümelerini istediği İslâm, gerçek anlamda ‘rüşd yolu-sebilü’r rüşd veya sebilü’r-reşâd’tır ve Âdem’den beri bir tanedir.  

 

Hüseyin K. Ece

12.05.2018

Zaandam