KUR’ANDA SEBÎL (YOL) KAVRAMI 5
(Kur’an’da sebîl kavramını anlatmaya devam ediyoruz)

“... Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?”
19/01/2018 - 10:43

Yukarıda geçen âyeti (Nisâ 4/88-89)şöyle de anlamak mümkün: “Allah onların sapıklıklarını açıkladıktan sonra sizler onları hidâyet bulanlar diye mi nitelendirmek istiyorsunuz?” Buna göre bu kişilerin durumu ortaya çıktıktan sonra onların “müslüman” olarak nitelenmesini, onlara karşı yumuşak davranmak isteyenlerin tutumu reddediliyor. (Havva, Said, el-Esâs fi’t-Tefsîr (ter.), 3/231)

Öyleki münafıklar yanlış bir tercih sonucu hakkı bırakıp bâtıl yolu seçtiler, Peygamber’e ve İslâma ihanet ettiler. Bu yüzden Allah (cc) onları kendi seçtikleri yola mahkûm etti. Ne zaman? İnkâr ettikleri veya münafık oldukları belli olduktan sonra. Yani “Ey mü’minler! Allah onlara sapıklığı kolaylaştırdığı ve kalplerini mühürlediği halde siz onların hidâyette olduklarını mı sanıyorsunuz?” (İbni Atıyye, Abdulhak. Muharriru’l-Veciz, s: 463)

Bundan dolayı yanlış davranışları ve hainliği seçenler için bir çıkış yolu, hidâyete gidecek bir işaret kalmamıştır.

“... Allah onları işledikleri yüzünden ters yüz etmişken...”Yani Allah onları, önce nasıl idiyseler yine aynı hükme koydu. Çünkü onlar dinden dönerek gidip müşriklere katıldılar ve hz. Peygamber’e karşı hileye, tuzağa başvurdular. Allah kalplerindeki rahatsızlığı biliyordu ve onları bu isteklerine uygun olan yolu onlara gösterdi. Onları kendi zilletleriyle başbaşa bıraktı. (Zemahşerî, Ömer b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/535)

Özelde sahabeler (genelde müslümanlar) onların hidâyette olmalarını, İslâm ismiyle anılmalarını, onlarla veli (dost) ve kardeş olmak isterler. Ancak onlar kendileri adına dalâlet zümresi içinde kalmayı seçmişlerse yapacak bir şey yoktur. 

“... Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?”“...Allah’ın saptırdığına hidâyet mi vermek mi istiyorsunuz?..” Yani yüreklerine iman ikrarını mı yerleştirmek istiyorsunuz? Kim Allah’ın zelil ettiği kimseyi imanı ikrar etmeye başarılı kılabilir ki?

Bu hitap öncelikle, munafıkları savunan sahabeleredir. Kim dinden uzaklaşırsa, Allah’ın emrine uymaktan yüz çevirirse onun için insanlar bir menhec (çıkar yol), hidâyete ulaştırabilecek bir yol bulamazlar. Yanlışa o kadar gömülmüşlerdir ki Allah’ın kendilerini niçin zelil ettiğini bile idrak edemezler.  (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 4/194)

Bu âyette yer alan soru “inkâr-i istifham”dır. Manası şudur: “Allah’ın eşyaya  hâkim olan kanunlarını değiştirmeye sizin gücünüz yetmez. Onun için insanların hayatı boyunca işlediği amellerin etkisiyle şekillenen ahlâk ve zihniyeti değiştirmek de çok zordur. Hakka ulaşan bir tek yol vardır. O da fıtrattaki doğru yoldur. Bâtılın ise hak yolun sağında ve solunda olmak üzere bir çok yolu vardır. Bu yollardan herhangi birisine kendi isteği ile giren kimse, o yola daldığı oranda haktan uzaklaşır.

Hakkın yolu doğal yaratılışın (fıtratn) yoludur. Bundan dolayı Allah (cc) bu ayette; “Allah kimi saptıtrsa sen onun için asla bir yol bulamazsın” demiştir. Çünkü âyette geçen “sebîlen” kelimesi belirsizdir (nekra’dır). Nekre kelimeler olumsuz ifadeden sonra “genellik” ifade ederler. Burada âdete şöyle denilmiştir: Kim Allah’ın yolunu -ki bu aklını kullanarak fıtrata uymak demektir- terkederse o kişinin hayatı boyunca sapıklık içinde olması Allah’ın kanunu gereğidir. Bundan dolayı başkası o kişi için sayesinde hakka ulaşacağı başka bir yol bulamaz.” (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr (ter.) 5/425-426)

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz bu benim doğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.” (En’am 6/153)

Âyette “Allah’ın saptırdığı kimse için...” deniliyor. Bu tıpkı “İnkâr edenler diyorlar ki: “Ona (Muhammed’e) Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” De ki: “Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola (hidâyete) eriştirir.” (Ra’d 13/27) ve başka âyetlerdeki benzer ifadeler gibidir.

İlk bakışta sanki hidâyet üzere olan da, sapıtan da kendileri için takdir edilene uyarlar, bu konuda kendilerin bir dahli yoktur diye zannedilir. Bu gibi âyetler insana irade verildiğini, o serbest iradesiyle dilediği yolu seçme imkanına sahip olduğunu bildiren âyetlerle birlikte anlamak gerekir. Bu yanlış anlama sonucunda münafık veya zalim olan diyebilir ki “benim ne suçum var, Allah beni saptırdı, ben de bu yüzden doğru yolu bulamadım” diyebilir.

Bunun böyle olmadığını kendi tercihlerimizden ve çevremizdeki insanların kendi iradeleri ile yaptıkları iyi ve kötü işlerden anlayabiliriz.

“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”ve benzeri âyetler üç önemli vurgu taşır. Birincisi; Allah insana dilemeyi vermeseydi insan dilemeyemezdi. İnsanı yaratan ona iradeyi de (dileme) yeteneğini de lutfetmiştir, iradesini kullanmasının önünü açmıştır.

İkincisi;insan başıboş, sorumsuz, amaçsız  ve Allah’tan bağımsız değildir. İrade etme olayı da Allah’ın murakabesi altında olmaktadır.

Üçüncüsü;insan iradeli bir varlıktır. Ancak hayatın kanunlarına tabidir. Varlığı ve hayatıyla ilgili bazı alanlarda kendi iradesi söz konusu değildir. Bu alanı onu yaratan dilediği gibi belirler.

Şu âyette de aynı vurguyu görüyoruz:

“... İşte böyle. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir. Bu, insanlar için ancak bir uyarıdır.”(Müdessir 74/31)

Bu âyet ondan sonra gelen 37. âyet ışığında anlaşılmalı. Orada insanın seçim hakkından bahsediliyor. İnsanın hidâyeti veya dalâlaeti kendi özgür seçimine bağlıdır. Yukarıdaki Ra’d 13/27 bunun en açık kanıtıdır. “O dilediğini/dileyeni doğru yola iletir, dilediğini/dileyeni saptırır.” Bu âyet çift özneli “meşiet” fiiline güzel bir örnektir. Hidâyete veya dalâlete ulaştırme fiillerinin öznesi Allah’tır. Fakat kimi saptırır? Elbette kendi isteği ile sapanı saptırır. (bkz: Bekara 2/26) Sözün özü; “Ve eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan herkes iman ederdi (fakat dilemedi).” (Yûnus 10/99) (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1193)

“Allah (cc) kullarının müslüman olmalarını ister, bundan hoşnut olur fakat onları buna zorlamaz. Dileyenlerin kendisini de, hak dini de inkâr etmelerine onları denemek için fırsat verir. İnkar etseler bile bundan dolayı onlardan dünyada rahmetini ve rızkını esirgemez. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/85)

Bazı kimselerin tercihleri ve yaptığı işler Allah’ın ölçülerine göre kötü ve sapıklıktır. Böyleleri yanlışlarında o kadar ısrar ederler ve inatçıdırlar ki, hakka, doğru yola dönmeleri mümkün değildir. Onları hidâyete –Peygamber bile olsa- getiremez. Bu sonuç Allah’ın onlara takdiri değil, kendi tercihlerinin sonucudur.

Böylesinin yolu düzgün, doğru, yaratılış amacına götürücü, dünya imtihanını kazandırıcı değildir. Gittiği yol dolambaçlı, eğri-büğrü, çakır-çukurdur. Onun üzerinde gelişigüzel yol alır. İşte bu nifakın (iki dinli olmanın) göstergesidir. Doğru yolda olmadığı için sürekli değişip durur, bir o yana bir bu yana savrulur. Bugünkü hâli dünkünden, şu anda söylediği daha sonra söyleyeceği sözlerden farklıdır. (Havva, Said, el-Esâs fi’t-Tefsîr (ter.), 3/231)

“Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız...”Yani “size yardım edeceklerini umduğunuz ve hidâyete ermesini arzu ettiğiniz bu nünafıklar, kendi kâfirlikleriyle yetinen ve başkalarıyla uğraşmayan kimseler değildir. Bilakis onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı ve onlar gibi olmanızı isterler. Sizin gereğine göre yaşadığınız İslâmı yok etmeyi ve onun yeryüzünden silinmesini isterler.” (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr (ter.), 5/426)

Kur’an’da bir yerde Allah (cc) öncelikle kadınlara iyi davranılmasını emrediyor. Bu lütuf bazen ikram bazen de engel olmakla gerçekleşir. Çünkü ilâhi şeriatların ortak noktası adalet, insaf ve her konuda ifrat ve tefritten kaçınmaktır.

Arkasından isyankâr kullarına değer vermeyeceğini beyân ediyor. Bu da insanları fesattan kurtarmak amacıyladır. Allah karşı isyanın en çirkini de zinâdır. (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr (ter.) 5/522)

Bir ayette şöyle buyurulur:

Kadınlarınızdan fuhuş (zinâ) yapanlara karşı içinizden dört şâhit getirin. Eğer onlar şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlar lehine bir yol (sebîl) açıncaya kadar kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın).”(Nisâ 4/15)

“Bu âyette fuhuş yapan ve suçları dört şâhit tarafından da görülmüş bulunan kadınların evlerde hapsedilmeleri, ölünceye, yahut Allah kendilerine bir yol gösterinceye kadar evlerde tutulup dışarı çıkarılmamaları emrediliyor.” (Ateş, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsir, 2/224)

Âyette geçen yol’un (sebîl’in) çıkış yolu, çıkar yol anlamında kullanıldığını görüyoruz. Ancak bunun zinâ eden kadınlar hakkında neyi ifade ettiği konusunda farklı görüşler var.

Yani Allah onlar için bir çıkış yolu veya yaptıkları çirkin işten kurtulma çaresi, şer’î bir çözüm gösterinceye kadar...

Bazılarına göre bu “çıkar yol” onları zinâ yapmaktan uzak tutacak olan nikâhtır, evliliktir.

Gerçi âyette ve yol gösterme diye ifade olunan “sebîl” kelimesi had cezası uygulama diye de yorumlanmıştır. Çünkü bu âyetten sonra gelen Nûr 24/2. âyet zinâ edenler hakkında celde-had cezası indirildi.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 3/634, 636. Zemahşerî, Ömer b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/477. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 332)

Çünkü onlara göre buradaki “fahişe” kelimesinin maksat zinâdır.” (Abduh, M-Rıza, R. Menâr Tefsiri (ter.), 5/525)

İbni Abbas’tan gelen bir görüşe göre Medine döneminde bir müslüman kadın evlilik dışı ilişki kurarsa ve bu isbat edilirse ölünceye kadar hapsedilirdi. Sonra Allah (cc) Nûr 24/2. âyeti indirdi ve zinâ edenlerin cezasını belirledi: Celde. Eğer evli iseler recmedilirler. İşte Allah’ın onlara gösterdiği sebîl (yol) budur. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 1/366)

Katade diyor ki bu hüküm (yani zinâ edenlerin hapsedilmesi) had cezası inmeden önce idi. Zinâ eden erkeğe dil ile eziyet edilir, kadın hapsedilirdi. Sonra Allah kadın bir çıkış yolu, bir çare (sebîl) gösterdi. Celde ve recm cezası. Pek çok ilk dönem tefsircilerine göre âyette “fâhişe” zinâ, “sebîl” de had cezasıdır. Mücahid’e göre ise sebîl burada hem zinâ eden erkeğe, hem de kadına sadece celde (had) cezasıdır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 3/634-635)

 Zinâ edenlere öngörülen ilk ceza suçları sabit olunca onları evlerde alıkoymak idi. Bu görüş sahabeden Ubade b. Samit’e dayandırılıyor. Daha sonra “Sizlerden fuhuş yapanların her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe edip hallerini düzeltirlerse, artık onları bırakın. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.” (Nisâ 4/16) âyetiyle bu hüküm meshedildi. Nûr Sûresindeki söz konusu âyet gelince de Nisâ 4/15 neshedildi. Bazıları şöyle demişler: Hayır, önce söz konusu olan ceza “eziyet vermek”ti. Bu da “evlerde alıkoymak” hükmü ile neshedilmiş oldu. Şu kadar vardı burada âyetin okunuşunda takdim tehir yapıldı. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/828)

Nisa 4/16de geçen “eziyet etmek” cezası kimilerine göre azarlamak ve ayıplamaktır. Kimilerine göre ise onlara ağır sözler sarfetmektir. İbni Abbas’a göre ağır söz söylemek ve ayakkabı ile onlara vurmaktır.

Yine bazılarına göre bütün bunlar celde âyeti ile neshedildi.

Ancak tercih edilen bir görüşe göre bunlar neshedilmiş değildir. Çünkü her ikisinin de azarlamakla cezalandırılması demek, onlara; “siz suç işlediniz, Allah’ın emrine karşı geldiniz, fâsık (günahkâr) oldunuz, (zımnen; tevbe edin” denilmesi gerekir. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/828)

“Onlara bir kapı (sebîl) açıncaya kadar” ile celde ve recmin (had cezasının) kasdedildiği yorumunu Isfehanlı tefsirci Ebu Müslim şu gerekçe ile reddeder: Bu yorum doğru değildir; çünkü celde veya recm onların lehine değil aleyhinedir. Âyetteki “lehünne” ibaresinin “onların lehine” anlamına geldiğine ise “kişinin kazandığı kendi lehine” (Bekara 2/286) âyetini delil getirir. (F. Razî’den, İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/149)

Müslümanlar kadınlarda kendi isteği ile zinâ ettiğinden şüphe edilenlerin suçu, dört ehil kişinin şehâdetiyle zaman aşımı olmadan isbatlanmalıdır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 3/634) Onların suçu sabit olunca da “Allah kendilerine bir yol-sebîl” açıncaya kadar evlerde tutulmalı. O açılan yol-sebîl de –pek çoklarına göre- Nûr Sûresi 2. âyeti ininceye kadardı. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 2/530)

Kur’an’da nesh olayını kabul edenlere göre bu âyetin hükmü Nûr 24/2. âyet ile neshedilmiştir. Zemahşeri’ye göre bu âyet mensuh olmayabilir. Zira haddi belirleyen âyet (Nûr 24/2) bundan önce inzal olmuştur. Zinâ eden kadınlara uygulanacak had cezası bellidir. Onlara had cezası uygulandıktan sonra evlerde tutulmaları tavsiye ediliyor. Maksat onları bu fiilden korumak, fuhşun yaygınlaşmasına engel olmaktır.”

Bu açıklamaya göre âyette geçen “sebîl”, insanın zinâdan koruyan nikah demek olur. (Abduh, M-Rıza, R. Menâr Tefsiri (ter.), 5/525)

Âyetin “fuhuş yapan kadınları evlerde tutunuz” ifadesi, onların fuhuş yapmalarına engel olmak için evlerde tutulma cezasının verildiği anlaşıyor. Ayrıca âyette namuslu kadınların, gerektiğinde dışarı çıkıp işlerini görebilecekleri de anlaşılır.” (Ateş, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsir, 2/224)

Bazı tefsirciler âyette geçen “sebîl” kelimesi “ölüm” olarak tefsir ettiler. Çoğunluğun yaklaşımına göre ise “sebîl” kelimesinden maksat zinâ eden kadınların tevbe ve ıslah-ı nefs etmeleridir. Bundan sonraki âyette tevbe ettikleri takdirde fuhuş yapanların ceza vermekten sakınılmasının emredilmesi; çoğunluğun yaklaşımının daha isabetli olduğunu gösterir. Bu konuda hükmün kadınlar ve erkekler için aynı olması Allah’ın rahmetidir. (Abduh, M-Rıza, R. Menar Tefsiri (ter.), 5/526)

Bu konuyu tamamlamak üzere bir komisyon tarafından hazırlanmış DİB Kur’an Yolu adlı tefsirden bir pasaj almak istiyorum.

“Nûr sûresi hicrî 6. yılda, Nisâsûresi ise 4-6. yıllar arasında vahyedilmiştir. Fuhşun çeşitlerine göre cezalarının belirlendiği bu iki sûrenin ilgili âyetleri bir yandan birbirini tamamlamış; diğer yandan -muhtemelen- sonra gelenler, önce­ki gelenlerin bir kısım hükümlerini değiştirmiştir (nesih veya tahsis etmiştir).   

“Çirkin fiil" diye tercüme edilen “fâhişe” kelimesi Kur'an'da, hemcinsler arasındaki cinsel ilişki için de kullanılmıştır. (Ankebût 29/28) Buradan hareketle Nisâ 4/15. âyette kadınların kendi ara­larında yaptıkları fuhuştan (lezbiyenlik), 16. âyette de erkeklerin kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (livâta’dan) bahsedildiği söylenebilir.

Nûr 24/2. âyetinde ise kadınlarla erkekler arasında yapılan fuhuş (zinâ) suçunun hükmü açıklanmıştır. Şu halde suçların cezalarıyla ilgili hükümlerde bir değiştirme (nesih) söz konusu değildir. Nitekim Ebû Müslim âyetleri böyle anlamış, el-Menâr da bu anlayışı desteklemiştir. (Abduh, M-Rıza, R. Menar Tefsiri (ter.), 5/526)

Buna göre:

a) Seviciliğin cezası kadınları evlerde hapsetmektir; “Allah'ın onlara bir yol (sebîl) açması” ise hallerini düzeltmeleri ve erkeklerle evlenmeleridir.

b) Livâta suçunun cezası, bunu yapanlara söz ve fiille eziyet çektirmek, canlarını yakmak, böylece bu iğrenç fiili işlemekten vazgeçmelerini sağlamaktır.

c) Kadınla erkek arasında yapılan fuhuşun cezası ise Nûr 24/2de açıklandığı gibi celdedir (yüz sopa vurmaktır).

Bu anlayış ve yorum, âyetlerin lafzî ifadesine uygun olmakla beraber konuy­la ilgili hadisler ve uygulama göz önüne alınınca birçok cevapsız soru doğmaktadır. Yukarıdaki görüşü ortaya koyanlar ve onu destekleyenler bu problemleri, ilgili hadislerin sahih olmadığını ileri sürerek veya "Hadis­ler daha önceki dinlere veya örfe dayalı uygulamayı aksettirmektedir, âyetler ge­lince bu uygulamalar terkedildi" şeklinde te'viller yaparak çözme yoluna gitmişlerdir. (Ateş, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsir, 2/229)

Ancak bu fiiller gerek için öngörülen cezalar -Nûr sûresi geldikten sonra da- asırlar boyunca uygulandı. (Bkz: Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/20-24)  

Hüseyin K. Ece 

16.01.207

Zaandam-Hollanda