Mü’mince bakışa olan ihtiyaç
İnsan, tabii haklarını kullanırken içinde yaşadığı toplumun mukaddeslerine dikkat etmeye mecburdur.
13/02/2015 - 16:15

İnsan, tabii haklarını kullanırken içinde yaşadığı toplumun mukaddeslerine dikkat etmeye mecburdur. Her arzu ve isteği yerine getirme, her istediğini yapmanın adı hiçbir zaman ‘hürriyet’ olarak kabul edilemez. Bunlar tartışılmış, konuşulmuş toplumu, felaketten felakete sürüklediği için de yaşayarak öğrenilmiştir. Batının ‘cins adamlar’ı Niçe’den Freud’a, Hegel’den Darvin’e Marks’tan J. Lock’a varıncaya kadar. Batı, hakikati bulmak için kan revan içinde kalmış, fikrin çilesini çekmiş, yaşadıkları süreçten ibret dersleri çıkarmış, kendine göre orta bir yol bulmuştur. Bu noktaya gelirken de ağır bedel ödemişlerdir. Bizler ‘hakikat güneşi’ni görmemek için gözümüzü kapatıyor, Batı’nın yaşadığı süreci yaşamayı da Batıcı’lık zannediyoruz.

Son dönem yaşanan olayları tahlil ettiğimizde hâlâ hürriyeti kullanırken ‘kendi mukaddeslerimizi tahrip edip etmediklerinin muhasebesini bile yapmaktan âciz hale getirilen, dünyayı ve dünyalığı putlaştıran,  bu anlayışın devam ettiğini görüyoruz. ‘Ne istiyorsam onu yaparım.’ şeklinde özetlenebilecek anlayış, nefislerin de hoşlanacağı bu düşüncenin bir anda yayılmasında elbette şaşılacak bir şey yoktur. Herkes kendi başına bir devlettir âdeta. Ferdiyetçilik abartılmış, İslam’ın ruhu olan cemaat idraki aşağılara çekilmiştir. Akılcılık öne çıkmış, iman sahibi insanlar bile âyet ve hadislere karşı cüretkârane bir dille ‘bana göre’ diyerek karşılık verebilmişlerdir. Liberal kafa, işi sonunda hadislere ve âyetlere dil uzatmaya götürebilmiştir. Liberalizmin içimize sızmasını, siyonizme yıkmanın bir kurtarıcılığı yoktur. Evet, başı çeken güruh onlardır. Pek çok fitne gibi bunun da başıdırlar. Fakat bizim de bid’atlerde sakınca görmeyen anlayışımızın bedelini kabullenmemiz gerekiyor. İbadeti ve kulluğu kalplere gömüp, siyaseti ve ticareti dinin dışında gören anlayışa karşı sessizliğimizin akıbetini başkalarına yüklememiz doğru mudur? Emri bilmaruf ve nehyi anilmünkeri hocaların vazifesi olarak gören tutumumuzun vebali yok mu? Bu din, sadece camilerin dini değil, hayatın dinidir. İçimize sızan liberalizm ve onun yavruları olan bencillik, ‘ben’ eksenli hayat anlayışı, putlaşan dünya nimetleri, zevklerin ilahlaştırılması, insanımızı inandığı gibi yaşayan değil, yaşadığı gibi inanan bir yapıya götürmüştür.  Demokrasiyi İslam ile kıyas, hatta İslâm’ı demokrasiye göre değerlendirme. Bütün bunlar küfre giden yolun adımlarıdır.

Mü’min, Allah’ın dostlarını dost, düşmanlarını da düşman bilir. Onlar Allah’a düşmanlık yaptıkları sürece onlarla muhabbet gösterisi içinde olmaz. Çünkü hem Allah’tan yana olmak hem de O’nun düşmanlarına el uzatmak aklın kabul edeceği bir tavır değildir. Bu olsa olsa münafıklık hastalığı olur. Bu sebeple Mü’minler, Peygamberimiz zamanından beri iki bloklu bir dünyada yaşadılar: Mü’minler ve mü’min olmayanlar. Küfrün İslam düşmanlığı aynıdır. Kılık kıyafetten yemeye içmeye, konuşmadan örfe kadar her şeyde ‘iman farkı’ olması gerekirken bu fark gitgide erimektedir. Bu erime, mü’min olmayanların mü’minlere yaklaşması şeklinde olsaydı mesele yoktu. Mü’mindeki müdahane, aşağılık kompleksi, Mü’mini akidede benzeşmeye yahut akidedeki farkların eritilmesine götürmüştür.

Mü’minin kapasitesi, değil insan nevinin tamamını kuşatmak, meleklerin ve cinlerin hatta bütün hayvanatın yer bulabildiği bir kapasitedir. Fâni dünyanın fâni kârları veya zararları diye baktığı olaylara takılıp kalmaz. Ufku geniş, göğsü geniş biridir o. Dertlilerin derdi onun derdini abartmaz. Çare bulur, üretir. Mü’min Âdem’in çocuğudur; beşer standartlarında yaratılmıştır ama yüksekleri hedeflediği, ebedîliğin peşinde koştuğu için kısır döngüye dönüşen meselelere takılıp kalmaz. Mü’min, kıyametin koptuğunu görse bile elindeki fidanı dikecek kapasitede heyecanlı ve istikrarlı işlerin sahibidir. Mü’min, ‘Allah’ın rızasından aşağı’ hiçbir şeyde mutmain olmayan bir seviyenin sahibidir. Üretken, imkânlardan en üst seviyede istifade eden, yokları varlaştıran, çevresine rengini vuran bir anlayışla bakar hayata. Asla toplumun seviyesinde kalmayı kabullenemez; güdülenler arasında bir güdülen olamaz. Sürü değil, şahsiyettir. Ekonomik imkânlarını geliştirmek için çareler araştırdığı gibi kimliğini üstün tutmak, imanın farkını yansıtmak için de devamlı bir arayış içerisindedir. İş bitirir, iş görür. Mü’minlerle mü’min olmayanlar, bir toplumun içinde beraber yaşayabilirler. Bunun dinî bir engeli yoktur. İman gibi bir fark, onu taşıyanla taşımayan arasında hayatın içinde görülebilecek kıvamda değilse Allah’ın bizden beklediği iman olmaktan uzaktır. İman ve imansızlık iki ayrı cephenin sembolüdür. Sevmemekle düşmanlık yapmak, veren olmakla alan olmak, sosyal ilişkiler içinde olmakla onların kültüründe erimek arasındaki çizgiyi koruyamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Hatta kültürle akide, ibadetle onların hayat tarzı, ticaretle sömürülme karışmış, bir hercü merc hali yaşanır hale gelmiştir.

Kur’an- Kerim’deki üç misal nesillere iyi öğretilmelidir. Bu üç örnek, küfre karşı en vakur duruşu sergilemekle bize her hal ve şartta yaşanılan bir dinimizin olduğunu da hatırlatmaktadır. İbrahim aleyhisselamın babasının da bulunduğu bir sisteme ve kitleye karşı imani duruşu. Ashabı Kehf’in içinde bulundukları sarayın debdebesine rağmen şirke karşı imandan yana sergiledikleri büyük duruş. Firavun gibi bir zalime karşı tek başına direnç gösteren Âsiye.

Serveti imtihan aracı olan bir emanet değil, mutlak bir mülkiyet olarak görenlere ‘dur!’ demeyecek miyiz? Cenneti dünyada arayan zavallılara ‘ebedîyet’i hatırlatmayacak mıyız?

Gündemimizi düşmanın belirlemesine müsaade edecek miyiz? Ağır sınavlardan geçerek Peygamberî çizginin temsilcisi olanların verdiği mücadeleyi unutacak mıyız? Zulme karşı sonu şahadetle biten direnmeler üzerine kafa yormayacak mıyız? Onların çektiği ızdırabı hissetmeyecek miyiz? Dünya nimetlerini elde etmek için sınır tanımayanlara tavır koymayacak mıyız? Lüks-israf ve debdebe içindeki hayat tarzlarının ‘dünyevîleşme hastalığı’ olduğunu söylemeyecek miyiz? Ümmetin bugünkü halinin sancısını taşımayacak mıyız? Çeşitli makam-mevki vaadleriyle kandırılan, konumlarını kaybetme korkusuyla, iman-amel-ihlas istikametini kaybedenlere, bugünkü ‘saltanat sarhoşları’na söyleyecek sözümüz yok mu? Ahlaksız ve manasız ‘cinnet uygarlığı’nın krizden krize sürüklediği insanlığı bu krizden kurtaracak dâveti yapmayacak mıyız? Teknolojinin, paranın, şehvetin insanlığın dengesini bozduğu asrımızda yerinden koparılan değerleri yerine koymayacak mıyız? Toprağın yerini ziftin ve betonun aldığı bir çevreye ‘fıtratın rengini’ vermeyecek miyiz? İçimizdeki imanın nuru önümüzdeki her türlü karanlığı aydınlatmaya yetecek. Yeter ki biz o ışığı tutmasını bilelim. Usul ve üslup hatası yapmayalım. Mazhar kılındığımız nimetlerin farkında olup mü’min şahsiyet ve tavrı içinde olup mazeretlere sığınmayalım. Vazife ve mesuliyetimizin idraki ve şuuru içinde olalım. Umut Ümmeti olduğumuzu, evrensel sorumluluk taşıdığımızı unutmayalım. İslam’la insanı buluşturmak ve İslam ile insan arasına giren her türlü engeli kaldırmakla mükellefiz.

Rabbimiz: “Hayra çağıran, meşru ve iyi olanı teklif ve tavsiye eden, kötü ve yanlış olandan da sakındıran, insanlık adına çıkarılmış en hayırlı Ümmet olduğumuz”u Âli İmran suresinde (3/104, 110) beyan buyuruyor. Keza Fussilet suresinde de “ Allah’a davet eden, dürüst ve faziletli davranan ve ‘elbette ben kayıtsız şartsız Allah’a teslim olanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (41/33) buyurarak da bizlere vazifemizi hatırlatıyor. Bizlere de amel etmek düşüyor vesselam.