Öncemiz ve sonramız bayram olsun.
Bir Ramazan ayı daha geride kaldı.

Kim bilir belki bu bizim son Ramazanımızdı.
04/08/2014 - 13:52

Oruçla neyi fark ettik? Bu dünyaya ait olmadığımızı… Yemeye, içmeye ve cinsel ihtiyaca belli zaman dilimlerinde ara vererek daha ulvi bir yaşamın arayışında olduğumuzu gösterdik… Aidiyetimizin adresini ortaya koyduk…
 
Evet, “Kuşkusuz biz Allah içiniz!..” Dünyanın içinde olsak bile dünya için olmayız.
 
Muttakiler için hayırlı olanın ahiret yurdu olduğunu hatırladık… Zaten hatırlamak zorundaydık, zira bizi yoran, yıpratan, yanıltan dünya yaşamı değil miydi?
 
Yorgun ruhlarımızın imdadına Ramazan yetişti… Umarım, oruç üzerinden yeni bir dinamizm, güzel bir disiplin, ciddi bir duyarlılık yakalamış olduk… Çoktandır inanç, bilinç, direnç zindeliğine ihtiyacımız vardı.
 
Her Ramazan yeni bir başlangıçtır… İstidatların inkişafı için, görevlerin ifası ve iştiyakı için, hayatın ıslah ve inşası için bulunmaz bir fırsattır. Kabul etmek gerekir ki, modern dünyanın Müslüman’ı yorgun, yalnız ve yitik… Bu, bireysel bir vak’a da değil, toplumsal bir yorgunluk ve kitlesel bir yalnızlık…
 
Yorgunluğumuz yoğunluğumuzdan mı? Değil…
 
Yalnızlığımız kimsesizliğimizden mi? Hayır…
 
Evet, yürümeden yorulmak… Ciddi yükler yüklenmeden tükenmek… Oturduğu yerde yığılıp kalmak normal midir? Bu duruma doğal diyebilir miyiz?
 
Bu bir hata mıdır? Halsizlik midir? Hastalık mıdır?
 
İdeallerinden kopmuş, iradeleri çökmüş, iddialarından vazgeçmiş kimi İslami oluşumların gidişatı nasıl bir akıbetin habercisi?
 
Buna ne diyeceğiz?
 
Sendrom mu? Travma mı? Kriz mi? Kırılma mı? Savrulma mı? Fetret mi? Ric’at mı? Bilemiyorum… Kronik mi, şimdilik mi? O da belli değil…
 
Yoksa gaflet, kasvet, rehavet, atalet halleri mi?
 
Daha da beteri sanki herkes halinden memnun… Dertsizlik derdi ile malul… Takattan düşmüş, mecali kalmamış, kendini koyvermiş bir ruh hali… Lakayt, laubali veya kendini layüs’el görme yanılgısı…
 
Kendimizi ne yaptık?
 
Kaybettik mi? Kahrettik mi? Katlettik mi?
 
Şimdi biz kendimizi inkâr edebilir miyiz? İptal edebilir miyiz? İhmal edebilir miyiz? Teklifi yok sayabilir miyiz? Asla! Çünkü biz müminiz… Mesuluz, mecburuz, çünkü kusurlu da olsa kuluz…
 
Karamsarlık, kararsızlık ya da birilerine kahrederek kenarda duramayız…
 
Kenarda durmakla kâr edemeyeceğimizi, huzur bulamayacağımızı bilmek durumundayız… Çünkü “dünyada rahat yok” gerçeğinin farkındayız… O halde başımıza bir çile, bir bela, bir ceza gelecekse Allah yolunda olması tercihe şayan değil midir?
 
Sitemimiz kime? Bunca suçlama ve şikayet neden? Hepimiz çoban değil miyiz?
 
Yük almak varken hep yük mü olacağız?
 
Ümit olmak dururken hep ümit mi edeceğiz?
 
Rüzgâr estirmek beklenirken esen rüzgârlara tabi mi olacağız?
 
Düşünüyorum da dava azmimizi, mücadele aşkımızı kıran hangi günahlarımız? Hangi ihmallerimiz? Ne tür zaafiyetlerimiz?
 
Dostlar, dünü sorgularken, geleceği tasarlarken; ilkelerimizi, değerlerimizi, görevlerimizi gözden geçirmemiz gerekmiyor… Yapılması gereken, kendimizi gözden geçirmektir… Gerçeğimizle yüzleşmektir…
 
Ne eleştiri ne de özeleştiri, sadece tevbe ve tezkiye…
 
Ademce bir tevbe ile… Yunusça bir nedametle…
 
Şayet bunu da yapmaz isek sonrası hüsran ve helaktır… Yarın hesabını veremeyeceğimiz bir hayat şimdiden bize ait olmamalıdır…
 
Hayata ne yüklediğimiz önemli… Esas olan amel defterine ne kaydettiğimiz… Zaten her şey kayıt altında…
 
Sadece kuru söylem ve sloganlarla bir yere varamayız, salih amellerimizi konuşturmamız gerekiyor…
 
“Kahrolsun” ve “yaşasın”larla sorunlar çözülmüyor, sorumluluk bitmiyor…
 
Düşünce, söylem ve eylemde haklılık yetmiyor, süreklilik gerekiyor…
 
“Başarı odaklı” uğraşlar yerine, “istikamet ayarlı” bir mücadeleyi esas amalıyız…
 
Rejimler, sistemler bile kabuk değiştirirken, kendini yenilerken biz, olduğumuz yerde saymaya devam edemeyiz… Dinamik bir fıkıhla hayata müdahil olmalıyız… Sadece kitap okumakla da fıkıh oluşmuyor, hayatı da okumak gerekiyor…
 
Kabiliyetlerimiz var, kararlılığımız yoksa ne yol alabilir ne de değer üretebiliriz…
 
Mevcudu korumakla yetinemeyiz, müsait zamanların Müslümanlığı ile menzile varamayız, mutlaka her güne yeni bir şey yüklemeliyiz…
 
İki günü müsavi olanın kaybının ne olduğunu en iyi biz biliriz…
 
Dudak ucu ile söylenen söz, parmak ucu ile yapılan iş sonuç vermiyor… Yüreğimizi ve varlığımızı ortaya koyup elimizi taşın altına uzatmalıyız…
 
Güne dönük, gündem olacak, gönüllere işleyecek güzel ve güçlü sözlerimiz olmalı… Bunun için öncelikle güç birliğine gitmemiz gerekiyor… Yeryüzünde saygınlık için haklı olmak yetmiyor, güçlü olmak da lazım…
 
Şimdi biz küresel trajedi, toplumsal yozlaşma karşısında pasif nesneler olmayı içimize sindirebilir miyiz?
 
Artık bize düşen vahye şahitliğimizi yüzakı ile sürdürmektir…
 
Yapaylaşan, yavanlaşan ilişkilerimize yeni bir ruh yüklemektir…
 
Birbirimizden elimizi çekebilir miyiz? “Ne haliniz varsa görün!” diyebilir miyiz? Tam da nesillerimiz bir ateş çukurunun kenarında kendilerine uzanacak bir el bekliyorken…
 
Uzatın ellerinizi, bugün bayram… Bayramlaşmak için… Kardeşleşmek için…
 
Daha nice bayramlara… Ve yüce bayramlara… Bayram mı dediniz?
 
Bayram bir “hakediş”tir…
 
Bayram, rengarenk elbiseler giyme işi değil, takva libasına bürünme işidir…
 
Bayram, yağlı ballı sofralara misafir olmak değil, takva azığına nail olmaktır…
 
Bayram, jeeplere binmek değil, sırattan geçme becerisidir…
 
Bayram, diploma, kariyer, icazet sahibi olmak değil, amel defterini sağ tarafından almaktır…
 
Meryem oğlu İsa (a.s.) dili ile dileğimiz o ki;
 
“Öncemiz ve sonramız bayram olsun.” (Maide 114)