Âlimler ne zaman celadet gösterecek?
Selefi salihîn olsun, ulemâ olsun, tebliğlerinin, irşatlarının, âlimliklerinin bedelini hep ödediler. Makam, mansıp, para, şan, şöhret derdine düşmediler. Takdir, tebrik beklentisi içinde olmadılar. Davalarına hizmet ederken de hiç hesap/kitap adamı olmadılar.
09/06/2014 - 13:56

Önemli şahsiyetler, kendilerinden sonra halef ve varis bırakırlar. Peygamberler de kendilerinden sonra davalarını devam ettirmek için ulemayı varis ve halef bırakmışlardır. ‘Ulema, Peygamberlerin varisleridir’ hadis-i şerifini çok sık kullanırız. Ancak hadisin kastettiği ulema kimlerdir?  Siret, şemail ve vasıfları nelerdir? ‘Ümmetim için kötü âlim, Deccal’den daha zararlıdır’ vecizesi de hadistir. Bu iki hadis üzerinde düşünüp, telif etmek gerekir. Peygamber Efendimize varis olmanın manasını, sarık cüppe ve misvakta arayıp, sadakati, emniyeti, ilim, irfan ve fedakârlığı unutanlar, Peygamberimizi de, miras ve varislerini de tanıyamamışlardır. Peygamberimizin mirası; vahiydir, güzel ahlaktır, sadakattir, emanettir, cesarettir, celadettir, fedakârlık ve izzettir. Bu vasıflarla bezenenler O’nun varisleridir. Cehalet, kibir, âcizlik, taassup, taklid, korkaklık, cimrilik, donukluk ise diğer ulemanın özellikleridir. Peygamber varislerinin değil!

Ulema konusunda da ifrat ve tefride düşülmüştür. Onları melek, masum, sahabeden hatta Peygamberden üstün bir konumda görenlerin, Dinimize verdiği zarar diğerlerinin verdiği zararla kıyas edilemez. Ulema (mürşidler de dahil) beşerdir. İlim sahibi olma vasfıyla diğerlerinden ayrılırlar. İlimleri onları en güzel sıfat ve özelliklere sahip kılmıştır. İnsanın maruz kalabileceği her arıza, kendilerine de isabet edebilir. Bu sebeple onları masum görmemek icap eder.Peygamber varisi iddiasında olan âlimler, o yolu ‘hüve hüvesine’ takip ettiği iddiasını güden Müslümanların, bakış açılarını, idrak ve anlayışlarını, yetişme ve yetiştirilme tarzlarını mutlaka, ‘Allah ve Rasulü’ ölçüsüne arz etmeleri, kendi yaptıklarını asla ve kat’a ölçü olarak almamaları, kendi irade, akıl ve sorumluluklarının idraki içinde hareket etmeleri şarttır. Sünnete tâbi olma yolculuğunun ilk adımı da budur.

Dinimizin her emri ve yasağı biz mü’minler için, en hassasiyet göstereceğimiz hususlardır. Rabbimizin her emri veya nehyi, en ciddiye alacağımız meselemizdir. Namaz, oruç gibi ibadetlere itina gösterip, namazın sahibini kötülükten alıkoyması gerektiğinden habersiz davranmak, Müslümanların gayet rahat faize bulaşmaları, zulüm yapmaları, hak ve hukuka riayet etmemeleri, karşısında sessiz kalmak, mü’min tavrı olamaz. Kısa kollu, takkesiz namaz kılanları ikaz edip, haramlara bulaşanlara hiç dokunmama hali de. Rahatlarını kaçırabilir endişesiyle emri bil maruf nehyi anil münkeri yapmamak, etliye sütlüye karışmamak, bir müddet sonra, marifet sayılır hale gelir. Vebal, mesuliyet, mükellefiyet unutulup, belki de ‘fitneye bulaşmama mükâfatı’ beklenir. Bu vebal ve sorumluluk da ‘kazanım’ olarak değerlendirilirse şaşmamak gerekir. Ümmetten kopuk kazanımların, şahsî veya müessesevî büyüklüğü ne değer ifade eder? İslâm’ın topluma vermeye çalıştığı mesajından habersiz yapılan faaliyetler, en bariz emirlerinden biri üzerine yapılan çalışma, ‘tek gaye’ seviyesinde bir çalışma olmadığı gibi, nihai gaye de değildir. Hiçbir âlim, İslam değildir ki onun kazanımı İslam’ın kazanımı olsun. Müslümanların vakıflarının, derneklerinin büyümesinin doğrudan İslam’ın büyümesi olarak görülmesi de doğru değildir.

Tasavvuf ve ruhanî hayata önem veren, ancak ilmî/fikrî gelişmelerden, milletin ve Ümmetin dertlerinden uzak, kendi dünyasına kapanmış kardeşlerimizin hali apayrı bir mevzu. Meşhur mutasavvıf ve ulemadan Fudayl bin Iyad, Hasan Basri, Cüneydi Bağdadî, İbrahim Ethem, Abdullah bin Mübarek, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi zatların, hem topluma katılıp onların müşküllerini hallettiklerini, milletin ve ümmetin dertleriyle dertlenip, derman olmaya çalıştıklarını, hem de ilimlerini neşrettiklerini unutmayalım. 

Taviz esasına dayalı din öğreten ulema, neticede İslam’a değil verdikleri tavizlere insan toplamaktadır. Kâfire ve küfre karşı net tavır koymayan, müdahene eden, ‘mü’min/kâfir farkını gözetmeyen (gözetemeyen) esnek konuşan, yazan ulemanın, davetçilerin İslam’ın izzetini artırmadıkları gibi, kendileri zillete düşerler/düşüyorlar. Üzücü olan,  sorumluluklarını yerine getirmediklerinin, büyük bir vebal altına girdiklerinin farkında bile değiller.

Allah’a davet gibi mukaddes bir hizmetin sahiplenenleri, Allah’a daveti gölgeleyecek çaptaki isyanları nasıl gizleyebilirler? İslâm’ın dünya ve ahret nizamı olup, beşeriyetin kurtuluş ve saadeti için gönderildiğini, ibadetin Dinin bir cüz’ü olduğunu, onun dışında da İslâm’ın hükümleri bulunduğunu, topyekûn yaşamamız gerektiğini, ihmal ettiğimiz hususlarda da gaflete düşmememiz, hassasiyet göstermemizi hatırlatan ulema, pek kaale alınmaz.

İmam-ı Evzâî: ‘Bir zaman gelecek ki, gönülden dost olabileceğin kardeş, helâl sayabileceğin lokma ve sünnete uygun yaşayan örnekler görülemez hale gelir. Asıl Müslümanlık da işte o zor zamanın Müslümanlığı olacaktır’ der. Hakiki âlimlerimizin zorluğu da bu olsa gerek.

Müslüman her hal ve şartta merhametli insandır. Savaşa bile rahmet esintileri ile kurallar getiren, ‘Savaş ahlakı’ diye bir kavramı literatüre sokan bir dinimiz var bizim. İnsanların sadece insan olmaları, onlara merhamet nazarı ile bakmamız için yeterli bir sebeptir. Hiçbir insan, dini İslam olmadığı için insanlıktan çıkmış değildir. Sosyal münasebetlerimizde, nazik olmayı bize Kitabımız Kur’an emretmektedir. Bizim nazik ve tatlı dilli olmamızı, dinimizin hesabından ödenecek bir ‘dünyevîleşme’ye kaydırmamız ne kadar doğrudur?

Hıristiyan veya Yahudilerden alabileceğimiz ne olabilir? Eğer onlardan bir şey almayacağımız halde onları masaya çekebilmek, onlara ‘Allah katında din İslâm’dır’ hükmünü haykırmak için bunu yapıyorsak, bunun yolu tavizle, dinimizde ve Peygamberimizin tebliğinde olmayan usul, yanlıştır, tecviz edilemez. Bizim onlarla iç içe olmamıza, dinimizi sulandırmamıza sebep olacak münasebetlerimiz tehlikelidir. (Adı ne olarak konulursa konulsun!) Bilhassa dini temsil durumunda olanların, dinimize hizmeti sahiplenenlerin böyle bir tuzağa düşmeleri yahut ‘zamane hocaları’nın bu işleri de yürütür hocalar olmaları modernizmin sürüklediği sele kapılmaktır. Bu metotla, aslında ulemanın İslam’a kazandırdığı bir şey de yoktur. Dine ilave veya eksiltme değil, olanı anlama, olanla amel etme gaye olmalıdır. Dinin eksik-fazla bir yönü olmadığına iman etmemizin gereği budur. Dini yenilemek değil, dini yaşamak gayemizdir. Müslüman, dinini tebliğ etmekle mükelleftir. Biraz senden biraz benden tarzında bir pazarlığa, bir koalisyona hangi Müslüman kendisini yetkili görebilir, kâfirlerle masaya oturup ‘Sizdeki güzellikleri bize verin, bizdeki güzellikleri siz alın’ diyebilir? 

Savunduğu değerler uğruna yeri geldiğinde bedel ödemeyen, o değerleri savunurken samimi olabilir mi? İşgali, işgalciyi, zalimi, zorbayı karşısına almayan/alamayan hangi davanın adamı olabilir? Sözünüzün, yazınızın tesiri; icraatınız, faaliyetiniz ve yaşadığınız hayattır.

Selefi salihîn olsun, ulemâ olsun, tebliğlerinin, irşatlarının,  âlimliklerinin bedelini hep ödediler. Makam, mansıp, para, şan, şöhret derdine düşmediler. Takdir, tebrik beklentisi içinde olmadılar. Davalarına hizmet ederken de hiç hesap/kitap adamı olmadılar.

Tâbiin’in büyüklerinden Vehb bin Münebbih: ‘Okuduğum irşad kitaplarında gördüm ki, eğer insan hizmet esnasında belâ, sıkıntı ve darlığa düşerse, bilsin ki bu, Peygamberlerin ve salihlerin hallerindendir. Çünkü onların hepsi, hizmette çok sıkıntı çektiler, zorluklara maruz kaldılar. Eğer insan bol rahatlığa kavuşursa, bilsin ki, büyüklerin yolu rahatlık ve lezzetler içerisinde yaşamak değildir. Belki hizmet yolunda zorluklara sabır ve tahammül ederek makamlarını daha da yücelere yükseltmektir’ der.

İmam-ı Malik işkence gördü. İmam-ı Azam Ebu Hanife hapiste öldü, hatta öldürüldü. İmam- Ahmed bin Hanbel falakaya yatırıldı, kolları kırıldı. İmam-ı Şafii idama mahkûm edildi, son anda idamdan kurtuldu. Büyük müceddit, İmam-ı Rabbani, ‘İmamlar güneşi’ lakaplı Serahsi, büyük usulü fıkıh âlimi Şâtıbî, yıllarca zindanlarda kaldılar. Yakın tarihimizin mücahid, mürşid, ulemâ sınıfının çektikleri işkence ve zulümleri yazmak bile kitaplık çapta yer tutar.

Kendimize dönüp sorsak, biz ne yaptık? Hangi zalimle uğraşıp, onun zulmüne mani olduk? Devrimizde Ümmetin maruz kaldığı işkencelere, zalimlerin irtikap ettiği zulümlere karşı hangi mücadeleyi başlatıp, bu mücadeleyi verenlerin yanında yerimizi aldık? Âlimin celadeti, eylemi, ilmiyle amil bir hayatı yoksa, o ne zaman işe yarayacak, ne zaman Ümmetin derdiyle dertlenecektir?

Yoksa bütün bu olup bitenler bizi ilgilendirmiyor mu?