AÇLIK ve KORKU UYARISI
"Andolsun biz sizi, bir parça korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele." (Bakara Suresi 155)
11/04/2014 - 10:53

    -        Açlık ve korku elbisesi

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“İşte Allah (size) bir örnek veriyor: Güvenlik ve refah içinde  bir şehir (düşünün ki), oraya (ahalisinin) rızkı her yandan bolca akıp duruyordu.; ama ahalisi tutup Allah’ın nimetine yakışmaz bir biçimde nankörlük etti ve bunun üzerine Allah’da  onlara, inatla yapageldikleri (kötülüklerinden) ötürü açlık ve korku elbisesi (kuşatıcı bir açlık ve korku felâketi) taddırdı.

Kaldı ki, onlara aralarından bir peygamber gelmişti, ama onu yalanladılar. Ve onlar böylece zulüm ve haksızlıklarına devam edip giderken azab kendilerini kıskıvrak yakaladı.

Bunu içindir ki, Allah’ın size rızık olarak bahşettiği temiz ve meşru şeylerden payınızı alın ve eğer yalnızca O’na kulluk ediyorsanız, o zaman nimetinden ötürü Allah’a şükrünüz gösterin.”(1)

Muhammed Esed;âyette geçen “libâsu’l-cû’ı ve’l-havf/açlık ve korku elbisesi” sözünün eski Arapçada insanın başına gelen felâketler hakkında kullanıldığını söylüyor ve şunları ekliyor: “Lafzen; ‘giysi/elbise (libâs) –insanı bir giyecek gibi her yandan kuşatan felâketi ifade için klasik Arapçada kullanılan deyimsel bir ifade.

Bu örnek; Allah’ın insana bahşettiği hesapsız rızık ve nimetlere karşı bilinçli ya da kasıtlı nankörlüğün, bir başka deyişle Allah’ın doğru yolu gösteren mesajına karşı çıkmanın, uzun va’dede ve bir bütün olarak toplumsal hayatın karmaşık dokusu içinde dönüp dolaşıp eninde sonunda insanların başına sadece ahirette değil, bu dünyada da vahim sonuçlar, büyük felâketler açacağını gösteriyor. Bu dünyada, hiç bir toplum, köklerini, insanın “Allah’la olan bağlantısı” ya da “sözleşmesi” kavramında içkin bulunan ahlâkí ve toplumsal ölçülere dayanmadıkça, güvenlik ve refah içinde yaşamayı umamaz.”(2)

Burada ‘elest bezmi’ndeki misak (verilen sözle) kişi ve toplum saadeti arasında ilişki kuruluyor. Şüphesizki insan ve toplum Allah ile olan bağını ahlâkí ve toplumsal olarak kurmadıkça, istenen ideal huzur ve güvene kavuşamaz. Nimete şükrün karşılığı huzur ve emniyettir. Nimetlere nankörlük etmenin bedeli de kişiyi ve toplumu kuşatan, her zaman ve her beldede farklı şekillerde ortaya çıkabilecek etkileyici ve kuşatıcı sıkıntı ve felâketlerdir.

Belâ ve musibetler adeta bir örtü, bedeni kaplayan elbise gibi toplumu kuşatır. Bu âyette, “açlık ve korkunun etkisi veya zararı, toplumu kuşatması açısından elbisenin onu giyeni sarmasına benzetildi. Bundan dolayı o beldenin içine düşebileceği hosnutsuzluk benzetmesi; elbisenin onu giyeni sarıp sarmalaması gibi, bütün yönlerden onları kuşatan korku hakkında uygun bir benzetmedir.” (3)

Öyle ki o şehir halkı topyekûn elbisenin bedeni kuşatması gibi açlık ve korku felâketini taddılar. Açlığı ve korkuyu toptan hissettiler.

Âyette geçen ‘açlık ve korku elbisesinin taddırılması’, açlık ve korkuyu hissettirmeden bir benzetmedir.  Bu da yaygın belâlar, şiddetli sıkıntılar şeklinde gerçekleşir. İnsanlar onu bütün yönleriyle hissederler. Araplar arasında insanlara bir zorluk dokununca “falanca zorluğu ve zararı taddı”, veya “ona azap taddırıldı” denir. Burada zarar ve elemin etkisini duyma olayı, tadı acı veya kötü bir yiyecek yedikten sonra hissedilen şeye benzetildi.

Elbise bedeni kuşatır, örter. Açlık ve korku elbisesini tadmak, elbiseyi giymek ve örtünmekle gerçekleşen kuşatıcılık gibidir.  Sanki şöyle denilmektedir:  Allah (cc) o belde halkı açlık ve korku yönünden uğratıldıkları felâket onlara acı bir tad gibi taddırdı.  Bu iki anlatım şekli de şüphesiz ki açlık ve korku sıkıntısının kuşatıcılığını ifade eder.(4)

Açlık ve korku elbisesi, şüphesiz ki sembolik bir anlatımdır. Elbise bedene giyilir ama, onun sıcak veya soğuktan koruması, çepeçevre kuşatması ve bedeni örtmesi duygularla duyulur. Yeni veya pahalı bir elbisenin insanda uyandırdığı duygularla, yırtık-pırtık, eski ve kirli bir elbisenin uyandırdığı duygular aynı değildir.

Kişi çoğu zaman giydiği giysi ile özdeşleşir. Elbise çoğu zaman hisler dünyasının ve kişiliğin aynası olur. Zevkler veya bakış açıları çoğu zaman elbise ile dışa vurulur. Hemen hemen herkes kişiliğini giydiği elbise bütünleştirir, bir anlamda giysisinin ifade ettiğini duyularıyla algılar.

           -        Bu âyeti günümüze taşımak

Kişiler veya toplumlar hangi amaç için çalışırlarsa, o amaca ulaşırlar. Hangi şey için emek sarfederlerse kavuşacakları şey odur. Bu demektir ki toplumlar veya kişiler saadeti de, felâket veya huzursuzluğu da kendi elleriyle kazanırlar.

Kur’an’a göre açlık kimi zaman bir deneme aracı olabilir: “Andolsun biz sizi, bir parça korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (5)

Ebu Hureyre’nin rivâyetine göre Rasûlüllah (sav) şöyle dua ederdi: “Allahım açlıktan sana sığınırım. Çünkü o, en kötü arkadaştır. Hıyanetten de sana sığınırım. Çünkü o, çok kötü iç duygusudur.”(6)

“Allah’ın verdiği eminlik ve rafah içindeki belde örneği, bugüne de taşınabilir. Bazı topluluklara güvenlik ve barış nimeti veriliyor ama onlar nimetin değerini takdir etmiyorlar ve nimet vereni unutuyorlar. Bir anlamda nimetlere nankörlük ediyorlar. İlahi yasaya göre böyle yapanlar ellerindeki bu harikulade nimetleri kaybedebilirler. Allah (cc) onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku elbisesini taddırabilir.”(7)

Allah (cc) sebeplere bağlı olarak insanların rızıklarını halkeder. Nımetlerini bol bol gönderir. Rızık kazanılarak elde edilen, nimet de Allah’ın rızık olmak üzere hazırladığı her şeydir. İnsanlar Allah’ın objeler dünyasında ve ruh âleminde kendisine sunulan nimetleri bilir ve bu nimetlerin sahibini tanırsa; karşılığında daha fazla, daha bereketli ve daha uzun süre devam eden nimetlere kavuşur. Nimetin kıymetini bilmeyen onun elinden çıkıp gitmesine sebep olur. Nimetin sahibini tanımayan, nimet sahibinin kendisine karşılıksız ve sürekli, sanki mecburmuş gibi nimet vermesini bekleyemez.

Allah (cc) bir topluma verdiklerini, o toplum kendini değiştirip bozmadıkça değiştirip bozmaz.(8) Bu âyette söz konusu edilen ve Allah’ın verdiği nimetler; rızık bolluğu, hidayet, izzet, İslâmı yaşamanın kazandırdığı kaliteli ve mutlu hayat da olabilir.

İnsanın yaşaması için her şeyi  var eden Allah (cc) bununla da kalmamış, insanın nimetlerden yararlanabilmesi için akıl, düşünme, sanat ve icad etme yetenekleri de verdi. İnsan bu imkanlar sayesinde bol bol rızka ve geçinme kaynaklarına sahip olur. Çeşitli aletler yapar, bu aletleri hayatını daha iyi yaşamada, daha da kolaylıştırmada kullanır.

Yerde ve gökte olan her şey insan için yaratılmıştır. (9) İnsan canlı ve cansız varlıklar üzerinde adalet anlayışıyla tasarruf hakkına sahiptir. Bütün bunlar da Allah’ın insana iyilikleridir.

Bütün bu ve benzeri nimetler kavuşmasına rağmen insan; Allah’a karşı nankörlük ederse, o nimetler azalır, küçülür, bereketsizleşir ve artık yetmez olur. Rızka ulaşma yolları darlaşır, onları elde etme imkanları zorluğa dönüşür. Kişinin geçinme konusundaki endişeleri, sıkıntıları, telaşları artar. Korku ve emniyetsizlik içine düşer. Bu korku ve ümitsizlikle geçinme kaynaklarının az olduğunu, ya da hemen biteceğini zanneder.

İnsan çok şeye sahip olur. Bazen mala, mülke, servete ve saltanata kavuşur. Her şeye sahip olmuş gibi görünür de aslında hiç bir şeye sahip olamaz. Gözü doymaz, hırsı bitmez, tamahı eksilmez. Yarın için sürekli endişelidir. Aç kalacağım korkusu yaşar. O noktada hiç bir zaman tatmin duygusu yaşayamaz. Kanaat nedir, şükür nedir, başkasını da düşünmek nedir bilmez. Çok dünyalıklara sahip olsa da hiç biriyle yetinmez. Daha çok, daha fazla olsun der. Daha çok olması için aşırı bir çaba gösterir. Sürekli biriktirir. Elindekilerini çok sever. Onları kimseyle paylaşmak istemez. Bundan dolayı son derece cimridir. Hatta çok biriktirme, çok şeye sahip olma uğruna başkalarının hakkını yemeya, başkalarını kendi çıkarı için kullanmaya bile kalkışabilir.

Bu gibi duygular, korkular ve endişeler şükürsüz insan için bir ceza değil midir?Allah’ın nimetlerine nankörlük yapanlar buna  bir uygun karşılığı er veya geç almaktadırlar.

Halbuki kendilerine gelen İlâhí davete uyarak nimetlerin sahibini tanıyan ve O’na kulluk yapanlar, bu teslim olmuşluğu saadet, emniyet, iç doygunluk, maddeye hakimiyet, başkalarını düşünme, ya da başkalarıyla paylaşma gibi engin faziletlerle görürler.

Böyleleri geçinme konusunda endişe taşımazlar. Az şeye sahip olsalarda kanaat ederler. Başkasının elindekine göz dikmezler. Dünyalıklara sahip olma uğruna kimsenin hakkına el atmazlar, kimseyi rahatsız etmezler. Onların gönülleri madde sevgisinin üzerindedir. Onlar asıl sevilmesi gerekeni sevdikleri için, geçici ve fani sevgilerle oyalanmazlar. Hatta onlar, çok dünyalığa sahip olsalar da onun şımarmazlar ve servete önem vermezler. Ellerindekileri başkalarıyla paylaşmaktan zevk alırlar. Bu da onlara iç tatmin, emniyet ve huzur verir.

Bunlar ellerinde nimetin kimden geldiğini bilirler. Yani şükrederler. Şükrün, nimet sahibini tanımak ve O’na saygı duymak, O’nun her konuda olduğu gibi servet/geçinme araçları konusundaki ölçülerinde riayet ederler. Servet ahlakına sahiptirler. Şükrettikleri zaman nimetin artacağını, bereketleneceğinin bilincindedirler.

“Ve (yine hatırlayın ki) Rabbiniz size (şöyle) bildirmişti: “(Bana) şükrederseniz, muhakkak ki size kat kat fazla veririm. Yok, eğer nankörlük ederseniz, bilin ki Benim azabım gerçekten çok çetindir!” (10)

Bir ayette şükredenlerin azaba uğratılmaycakları haber veriliyor: “Eğer şükreder ve imana ererseniz neden Allah (geçmiş günahlarınızdan dolayı) sizi azaba uğratsın? Bilirsiniz ki Allah şükredenlere karşılığını her zaman veren ve her şeyi bilendir.” (11)

Yukarıdaki âyette söz konusu edilen ‘açlık ve korku elbisesi’ bazen de göze görünür bir şekilde yaşanır. Yani fizikí olarak da gerçekleşebilir.

Bir belde ahalisi azdıkça, şımardıkça, nimet verene şükrü unuttukça, Allah (cc) o beldeye çeşitli yollarla açlık sıkıntısı verir. Onların içine düşman, anarşi, fitne ve güvensizlik korkusunu yerleştirir.  O belde halkına bu hatalarını sel, zelzele, kasırga, düşman istilası, içerdeki zalimlerin hakimiyeti ve benzeri felâketlerle hatırlatmalarda bulunur.

Nitekim Kur’an’da şöyle deniyor:

“Nice topluluk var ki Rablerinin ve elçilerinin emirlerine küstahça karşı çıkmışlardır. Bunun üzerine Biz tümünü çetin bir hesaba çektik ve görülmemiş bir azaba çarptırdık:

ve böylece onlar kendi yaptıklarının kötü meyvelerini taddılar; (bu dünyada) yaptıklarının sonu yıkım oldu:

(öteki dünyada ise) Allah onlar için (daha da) şiddetli bir azap hazırlamıştır. O halde siz ey basiret sahipleri, (siz) iman edenler, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Allah size gerçekten bir uyarıcı indirmiştir.” (12)

“Peki öyleyse, (şu) şer düzenleri geliştiren kimseler, Allah’ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğine, yahut azabın, nereden geldiğini bilemeyecekleri bir tarzda başlarında kopmayacağına dair temamen güvenlik içinde mi görüyorlar kendilerini?

Yahut dönüp dururken hiç bir şekilde engel olamayacakları (bir azapla O’nun) kendilerini (apansızın) yakalamaycağına,

Ya da onları içten içe çürütüp (sonunda) tepelemeyeceğine dair?..

       Ama bilin ki Rabbiniz gerçekten de çok şefkatli, çok merhametlidir.” (13)

M. Esed, bu son âyetin meâlini verdikten sonra şöyle bir not düşüyor: (Âyette geçen) ‘tahavvuf’ teriminin anlamlarından biri de ‘tedricí eksilme/çürüme’ ya da ‘yavaş yavaş yok olmadır’ (Lisânü’l-Arap, ha-va-fe mad.) Yukarıdaki anlam örgüsü içinde terim hem toplumsal, hem de maneví/ahlâkí çağrışımlar vermektedir. Yavaş yavaş ahlâkí değerlerin çözülmesi, gücün, toplumsal insicamın, huzur ve emniyetin ve sonunda hayatın kendisinin silinip yok olması.” (14)

         Allah (cc) kesinlikle bir topluma onları uyarıcı, onları doğru yola davet edici bir elçi göndermedikçe azap etmez. (15) Eğer toplumlar bir musibetle karşılaşmışlarsa bunu kendi ihmal ve hatalarında aramalılar.

         Yeryüzünde bozgunculuk çıkaran haddi aşan topluluklar da çeşitli şekillerde cezaya çarptırılırlar. Böyleleri böyle bir sonucu kendileri isterler. Yoksa Allah onlara zulmedici değildir. (16)

         Günümüzde insanlardaki aç gözlülük, cimrilik, maddeye sahip olma yarışı, dünyalıklar uğruna harcanan nefesler, egoizm, maddeye sahip olma uğruna çıkartılan kavgalar, savaşlar ve uygulanan şeytanlıklar nedir acaba?

Niçin bazı ülkeler, bazı ülkelerin insanları kaostan, kargaşadan, korkudan, baskı ve zulümden kurtulamıyorlar?

Niçin insanlar sürekli bir korku, geçinme endişesi, birbirine karşı emniyetsizlik duyuyorlar?

Neden bazıları bazıları için kurt gibi olmakta, neden ‘büyük balık küçük balıkları yer’ anlayışı hakim?

Neden insanlarda kanaat yok, göz tokluluğu yok, diğergamlık yok, îsar (başkasını kendisinden fazla düşünme) ahlâkı yok?

Yoksa bütün bunlar şükürsüzlüğe, nimetlere nankörlük etmeye, Allah’tan gelen ölçülere sırt çevirmeye verilen cezalar mıdır?

Allah’ın, insanlar iki dünya saadetine kavuşsun diye indirdiği İslâm nimetinin değerini bilmeyen, ya da önceki ataları o nimetle huzur, mutluluk ve izzet bulmalarına rağmen, kendileri ona karşı nankörlük eden kişi ve toplumların, ‘korku ve açlık elbisesi’ni giymeye, kuşatıcı felaketleri tadmaya devam edecekleri açıktır.

 

-        Sonuç

“Sonuç olarak burada (Nahl 122-113. âyetlerinde) asıl anlatılmak istenen şudur: “Allah’ın nimetlerine şükretmek ve O’nun peygamberleri aracılığıyla bildirdiği kanunlara uygun davranmak, bir kulluk ve insanlık borcu olduğu kadar, insanların toplumsal ve ekonomik huzuru, güvenliği bakımından da bir gerekliliktir. Çünkü Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük anlamına gelen bilinçli inkâr ve kabalıkların toplumsal bir hal almasıyla, ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunları arasında bir ilişki bulunmaktadır. İnsanlar kötü gidişin sonuçlarını er veya geç, kaçınılmaz olarak çeşitli musibetlerle karşılaşarak görürler. (17)

“Zulüm, haksızlık,  güvenin kalkmasına, korkunun yayılmasına, ekonomonin bozulmasına, açlık ve kıtlığa sebep olur. Adalet, başkalarının hakkına saygı ise de, güven ve huzurun kurulmasına, ekonominin düzelmesine, bolluk ve refaha neden olur.” (18)



(1) Nahl 16/112-114

(2) Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, İst. 1996-1417, 2/554

(3) Ebu’s-Suud, İrşâdu Akl-ı Selîm, Yer ve Tarih yok, 3/297

(4) Ö. Zamahşerí, el-Keşşâf, Beyrut 1415-1995, 2/614

(5) Bekara 2/155

(6) İbni Mace, Et’ıme/53 no: 3354

(7) A. A. ez-Zeyyin, el-Emsal fi’l Kur’an, s: 264

(8) Ra’d 13/11

(9) Bekara 2/29

(10) İbrahim 14/7

(11) Nisâ 4/147

(12) Talak 65/8-10

(13) Nahl 16/45-47. ayrıca bak. Mülk 67/16-18

(14) Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 2/538

(15) Kasas 28/59. En’am 6/47, 131, A’raf 7/6. Hûd 11/117. Şuarâ 26/208-209. İsrâ 17/15

(16) En’am 6/123. İsrâ 17/16. Kasas 28/58

(17) Heyet, Kuran Yolu, Ankara 2003, 3/391

(18) S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İst. trh. 5/154