İki Üstad İki Dergi Necip Fazıl KISAKÜREK Sezai KARAKOÇ Büyük Doğu ve Diriliş
12/09/2013 - 12:49

‘Genç Doku’ dergisinin “Dergiciliğimiz”e tahsis ettiği Ağustos sayısı beni gençlik yıllarıma götürdü. Bizim hamurkârlığımızı yapan iki dergi, ‘yer demir, gök bakır’ denecek o zeminde bizi yetiştiren aile ocağımızdı Büyük Doğu ve Diriliş dergileri. Bugün teknoloji ve bilgisayarın zirve yaptığı, bilgiye ulaşmanın bir-kaç saniyede gerçekleştiği günümüzde, o dergiler ayarında herhangi bir dergiye ulaşmanız imkansız. Saman kâğıda, okuması bile zor puntolarla dizilmiş yazılar, siyah-beyaz zor seçilen resimler bile o muhtevanın mütemmim cüzüydü sanki.

67-68’lerde Ortaokula giderken “Büyük Doğu” dergileriyle tanıştım. Daha sonra Üstad Necip Fazıl’ın konferansları, çeşitli gazetelerde yazdığı makaleleri, yazı dizileri, kitapları… Bir diğer Üstad Sezâi KARAKOÇ’un “Diriliş”i bizi o günlerde anne sütünü emen çocuklar gibi besliyordu. Zamanının en güzel fikir ve sanat dergisi idi Büyük Doğu. Sahafları dolaşmamız eski sayılarını temin için yapılan pazarlıklar… Dönüş paramız kalmadığı için eve yaya dönüşler, vs. Pazar günleri sabah erkenden mutadım olduğu üzere Beyazıt’a gider sahafları dolaşır, kitaplar alır, dergi nüshalarını karıştırır lazım olanları temin eder, kahvaltıya yetişmeye çalışırdım. Babamlarla Kasımpaşa’daki müstakil evimizde altlı üstlü otururduk. Pazar sabahları aile meclisi hep beraber kahvaltı ederdik. Beyazıt’tan babamları bekletmemek için koşuştura koşuştura eve yetişirdim. Böyle bir Pazar günü sahaflarda 1943, 1959 ve 1967 senelerinin Büyük Doğu ciltlerini görünce heyecanlanmıştım. Pazarlık bile yapamamıştım dergileri elimden kaçırırım diye. Cebimde kalan paramın tamamını verdiğimi fark edince eve yürüyerek gittiğimi, bütün ailenin ‘Büyük Doğu’ sofrasında toplandığını dün gibi hatırlıyorum.

Büyük Dağu’nun her sayısını incelerken “aşağılık kompleksi”nden kurtulduğumuzu hissediyor, din düşmanlarına karşı mücadeleye hazırlanıyor, meşrû zeminde bilgili ve kültürlü yetişerek muhataplarımızı susturuyorduk. Zamanla bu dergi fikrî mücadelenin kavga dergisi oldu. Eski sayıları bize “tarih şuuru” veriyordu. Meselâ; Bir sayısının kapağında kocaman bir kulak resmi. Altında da şu yazı: “Başımızda kulak istiyoruz.” İsmet Paşa’nın dergiyi kapattığını ileriki sayılarından anlıyoruz. Bakıyorsunuz bir başka gün bir başka kapak. Bir cennet ırmağı ve altında Yunus’un mısrasıyla Anadolu’yu târif ediyor: “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu.” Bir başka kapakta harikulâde güzel yüzlü bir kız çocuğunun ağlayan resmi altında izahat: “Milletçe Ağlıyoruz.” Tabiî CHP’nin elinden.   

Bir defasında yine Büyük Doğu’da, “Allah’a itaat etmeyene itaat olunmaz” hadîsini neşretmiş ve tabiî kapatılmıştı.

Bilhassa Büyük Doğu dergisi, mâziye ait her şeyin hoyratça kundaklandığı bir ülkede yangından mal kurtarıyordu. ‘Din-dil-tarih şuuru’na sahip insanımızın yetişmesinde hamurkârlık yapmıştı. Aydın geçinen, bilim sahtekârlarının elinde millî ve manevî değerlerin ayaklar altına alındığı, yücelerin cüce, cücelerin yüce gösterildiği o dönemde kalemiyle, kelamıyla bu güruhun karşısında ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!’ diye haykıran bir devdi o. Yazılarını milleti ve dini uğruna savaşır gibi yazdı. Bütün fıtrî hasletlerini DAVAsının neşrinde harcadı. Basında, kültürel ve sosyal hayatımızda örnek alabileceğimiz tezahürlerini göstererek Müslümanları ümitsizlikten kurtardı. Büyük Doğu Dergisi ve Necip Fazıl olmasaydı, insanımız her şeyden ümit kesip aşağılık duygusuna kapılacaktı.

“Fikir suçu olmaz” diyenlerin hepsi onun hapishanede kalması için seferber olmuşlardı. Üstad bunları, “elimde kibrit çöpü kadar bir neşir organı olduğu zaman kuyruklarını apış aralarına sıkıştırarak kaçarlar” diye tarif ederdi. Muhataplarının hepsi basın mensubu olan bu adamlar basın hürriyetini bir tarafa bırakarak Büyük Doğu’nun sayılarının toplatılmasına sebep olmuşlar, en azından göz yummakta mahzur görmemişlerdir.

1970’li Lise yıllarım ‘okuma tiryakiliği’ kazandığımız yıllardı. Necip Fazıl KISAKÜREK, Seyit Ahmet ARVASİ, Sezai KARAKOÇ, Peyami SAFA, Cemil MERİÇ’in yazılarını, daha sonra kitaplarını altını çize çize okuduğumuz fikir ve düşünce adamlarımızdı. Olayların yoğun olduğu günlerdi. Kalabalıklar içinde yalnızdık. Bize eylemden önce fikir, düşünce, ve bilgi lazımdı. Tersyüz edilen değerleri öğrenmeye ihtiyacımız vardı.

70li lise yıllarımızda bulabildiğimizi okuyorduk. Diriliş”geçmişti elimize. Yazı stilinden, şeklinden muhtevasına kadar ne kadar etkilenmiştik. Sınıfça bizi toplamıştı 2 veya 4 sayfalık gazete.
80’li yıllarda öğretmenlik dönemimizde İstanbul dışındaydık. İstanbul’dan getirttiğimiz Diriliş’ler, gazete ve dergi özelliğiyle ‘öğretmen okumaları’ olarak hâlâ hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Dirilişin gazete veya dergilerinde yayınlanan yazılar kitaplaştığında çocuklar gibi sevinirdik. Dergi ve gazetelerdeki yazıları kesme-biriktirme ve muhafaza etme hayli zor ve sıkıntılı oluyordu.
85’li yıllar İstanbul’da görev yaptığımız yıllardı. Üstadı hem ziyaret ediyor, bu vesileyle sohbet etme ortamı doğuyor, hem de her türlü müşkülümüzü (fikri-ilmi-edebi-aktüel) halletme imkanına sahip oluyorduk. Bilhassa iki odalı Diriliş Dergisindeki cumartesi akşam sohbetleri annesini emen çocuk misali bizi doyuruyor, düşünce ufkumuzu açıyordu. Gece eve, zihnen yorgun dönüyor, dinlediklerimizi anlatıyor, yazıyor adeta gündemin önüne geçiyorduk. 88’de Diriliş Dergisi tekrar çıkınca çok sevinip rahatlamıştık. Artık bir dergimiz vardı.

Edebiyatın her dalında kalem oynatmış, şiir kitapları, hikayeleri, piyesleri, çevirileri, 30 civarında düşünce kitabı, deneme türünde yazdığı Edebiyat yazıları (Namık Kemal’den Yahya Kemal’e, Necip Fazıl’a varıncaya kadar) inceleme kitapları, (Yunus Emre, Mehmet Akif, Mevlana) günlük yazıları (Farklar, Sütun, Sur, Gün Saati), hatıralarını yazdığı yazılar, son dönemde bütün şiirlerini topladığı Gün Doğmadan kitabı, denemeler, Diriliş Dergilerinde 13 yazı olarak yazılan siyasî bir portre Turgut ÖZAL yazısı, (dönemi, dönemin olaylarını, olaylardaki şahısların kişiliklerini, şartların getirdiği liderleri anlatıyordu. ) Gönül isterdi ki malum ve meşhur siyasileri de yazma imkanı olsaydı. Onları portreler olarak kitaplaştırabilseydi. Hatıralara devam edebilseydi. Hatıralar da bir kitapta toplanabilseydi. Röportajları, konferansları, miting konuşmaları vs.

Bütün bunlar, ‘Diriliş Dergisi’nde yayınlanmış, daha sonra kitaplaştırılmıştı.

Elinde günlük gazete ve televizyon gibi bir imkanı olmadığı için büyük şehirlere dağıtılmak üzere gönderdiği mektuplar ki hâlâ orijinalitesini koruyor. Bütün bunlar, ‘Diriliş Dergisi’nde yayınlanmış, daha sonra kitaplaştırılmıştı.

Diriliş Dergisi, aydınlatma, uyandırma, ölü zihinleri diriltme, şuurlandırma görevini yerine getiriyordu. Bir yeni nesil, şuurlu bir kadro oluşsun diye çağın bütün meselelerini kapsayan düşünce açılımı için çırpınıp duran bir dergiydi. Edebiyat ve düşünce yoluyla yıllar yılı eserler verilmesinin ocağıydı. Bu gayret ve çalışmalardan Diriliş Edebiyat ve Düşünce Okulu doğdu. Halk ve aydının bütünleşmesi gerektiğini aydınsız hareket olamayacağına, halktan kopuk aydının da faydalı olamayacağına dikkat çekti. En umutsuz zamanlarda bile, büyük bir değişimin, ruh değişiminin, iç âlem devriminin arefesinde görüyordu toplumumuzu.
Diriliş hareketi boşluk bırakmayan bir harekettir. Aydınıyla, edebiyatçısı, şairi, yazarı, sanatkârıyla, ilim-fikir adamlarıyla, akademisyeniyle, siyasetiyle, aksiyonuyla……
M.Akif, Eşref Edip’lerin Sebilürreşad’ı nasıl Müslümanların sığınağı bir fikir akımının dergisi idiyse, Necip FAZIL’ın Büyük Doğu hareketi ve dergisi nasıl Müslümanları aşağılık kompleksinden kurtarmış bir aksiyon ise Üstad Sezai KARAKOÇ’un Diriliş Hareketi ve Diriliş Dergisi de Müslümanın her döneme vereceği bir cevabının, bir tezinin olduğu, merkeze İslâm Medeniyetimizin konduğu bir fikir hareketidir.

İster Devletin önünde ceketini iliklediği düşünür densin, ister ‘Biz hepimiz Sezai KARAKOÇ’un paltosundan çıktık’ densin, değeri bilinmemiş, mesajı lâyıkıyla idrak edilmemiş, misyonu anlaşılamamış, eserlerinin ilk yatağı Diriliş Dergisi de anlaşılamamış ve aşılamamıştır. Bu yazıyı yazarken aşağıdaki notumu da düşmeden rahat edemeyeceğim.

Etrafımdaki üniversite öğrencilerinin, üniversite mezunu olup önemli mevkilerde bulunanların fikrî meselelere ilgisizliği hüznümüzü arttırıyor. Bahsettiğimiz yazarlar halü hayatta olup gazetede günlük yazı yazsalardı belki de okunmayacaklardı. (İsimlerini gençlerden bilen-hatırlayan bile yok!) Üzüldüğümüz nokta, muhafazakâr, kendi değerlerine bağlı siyasilerimizin tehlikenin ve vahametin farkında olamayışları. Teknolojinin nimetleriyle(!) her şeyi hallettikleri zehabına kapılmaları. Dağıtılan tablet bilgisayarlar, akıllı tahtalar, kaldırılan okul çantaları, ödev verilmeme uygulaması, vs. Çocuklarımız da bilgisayar ekranında çiçekler açmış bir tablete bakıyor. Yetkililer de verdikleri hizmetten dolayı mest olmuşlar.
Ellerinde dünyayı taşıdıkları bir oyuncak ve bir parmak oynatışıyla değiştirdikleri ekran. Belki bizim talebelik yıllarımızda çektiğimiz (bir bilgi kırıntısının peşinde koşup ona ulaşamamanın ıstırabını) çekmiyorlar. Bitirme imtihanlarında geçirdiğimiz uykusuz geceler yok onların öğrencilik hayatlarında! Bilgi kaynakları, karatahta üzerindeki beyaz tebeşir izlerinden ve ders kitaplarından ibaret değil. Sınırsız bilgi ağlarının içinde dolaşarak özgürlüğün tadını çıkarıyorlar belki. Bizler gibi ödevlerini yaparken Meydan Larus aramadılar. Kaynak problemi yaşamıyorlar. ‘Google’ var çünkü. Yokluk yok, mahrumiyet yok, paylaşmak yok, sevgi, saygı, hayal, ideal yok. Ama bir şey var. Dokunup kolayca sahip oldukları ‘dijital oyuncak'ları, 'akıllı tahtalar’ı var. (akıllanmış mı demeliydim) Bütün bunları teknolojik bir yenilikle izah edemeyiz. Bir ‘hayat tarzı dayatması’na maruz kaldığımızı hatırdan çıkaramayız. Artık, başka çağların insanlarıyız onlarla. Ne biz onlara yetişebiliriz, ne onlar dönüp bize gelirler. Bilgisayarın tuşlarıyla ekranı arasında gidip gelmekten şaşılaşmış gözler; ne mâziye bakarlar ne de istikbale...