Unuttuğumuz iki haslet: Dil ve Nezaket
İnsani münasebetlerimizde her geçen gün kabalık, sığlık, muhatabımızı kale almama, sevgi ve saygı mahrumiyeti her tarafımızdan dökülüyor. Peki panzehir ne? Nezaket!
24/08/2013 - 14:12

Dil, bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Bundan dolayı dilimize büyük önem vermek gerekir. Aynı dili konuşan insanlar “millet” denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan “millet” haline getirir. Dilini bilmediğimiz bir ülkede, etrafımızda milyonlarca insan kaynaşsa da kendimizi yalnız hissederiz. “Dil, insanın evidir. Dil hikmetin yoludur” denilmiş.

Ezop, Sisam Adasının Kralı Ladmon’un kölesi olmadan önce, çağın tanınmış bilginlerinden Ksantus’un kölesi imiş. Ksantus, bir gün Ezop’a demiş ki: “Çarşıya git, bu akşamki misafirlerime en iyi, en lezzetli yemekleri yapman için ne gerekiyorsa satın al.” Fakat Ezop’un, Ksantus’un misafirleri şerefine verdiği ziyafet için pişirdiği bütün yemekler, yaptığı tatlılar hep “dil”den yapılmıştı. Ksantus, Ezop’a misafirleri önünde bağırmış: “Nedir bu kepazelik? Ben sana en lezzetli, en nefis, en tatlı yemekleri yap, dedim. Sen hepsini dilden yapmışsın.”  Ezop şu cevabı vermiş: “Evet efendim, en lezzetli yemekleri, en nefis tatlıları, hep dilden yaptım. Dünyadaki en güzel, en tatlı şey dildir. İnsanlar dilleriyle anlaşırlar, dilleriyle dua ederler, diğerlerine karşı sevgilerini dille anlatırlar. Dünyadaki en iyi, en tatlı, en güzel şey dildir. Dil olmasaydı, insanların hâli ne olurdu?”  Aradan zaman geçmiş, Ksantus, dostlarına yine bir ziyafet vermek istemiş. Ama bu defa Ezop’tan, en kötü yiyecekleri hazırlamasını istemiş. Ezop, bir önceki ziyafet gibi, çorbadan tatlılara kadar bütün yiyecekleri dilden yapmış ve sebebini şöyle anlatmış: “Gerçi dünyadaki en iyi, en tatlı, en güzel şey dil ise de, zaman zaman en acı, en çirkin, en kötü şey de dildir. İnsanları, birbirlerine gücendiren, kızdırtan, aralarını açan da dildir. İnsanların başına gelen felâketlerin sebebi, bir çok defa onların dilidir.” Dilden bahsederken en fazla ihtiyacımız olan nezaketle alakasını nasıl ihmal edebiliriz? İnsanları hassasiyete, duygusallığa, kibarlığa zarafete götüren yolun ilk adımı da dil değil mi?

İnsani münasebetlerimizde her geçen gün kabalık, sığlık, muhatabımızı kale almama, sevgi ve saygı mahrumiyeti her tarafımızdan dökülüyor. Peki panzehir ne? Nezaket!

Ruhun, gönlün hal ve hareketlere, sese, tavra yansımasının adı nezaket. İletişimlerimize baktığımızda otobüste, çarşıda, pazarda, işyerinde, orda burada, her yerde. Dillendirilmeyen, ama eksikliği çokça yaşanan, yokluğu hissedilen: Nezaket…

İletişim sorunlarının kökü: Nezaketsizliğe dayanıyor. Hatalardaki ısrar, yapmacıklığı aşikâr eden tavırlar hep nezaketten nasipsizlik. Kelime manası; terbiye, edep, kibarlık, incelik, naziklik, zarafet. Karşıtı kabalık.

Trafik keşmekeşi gibi, insanların birbirine davranışı noktasında tam bir keşmekeş yaşıyoruz. Aramızda geçmişin nezaketi ve kibarlığı ile yetişmiş yaşlılarımızı gördükçe çağımız insanının davranışlarındaki kabalık, derbederlik, perişanlık içler acısı. Giyimimizde, şakalarımızda, konuşmalarımızda, hal ve hareketlerimizde, sosyal hayatımızda nezaket var mı? Günlük konuşmalarımızda “efendim, affedersiniz, teşekkür ederim, özür dilerim, müsaade eder misiniz?”li kaç cümle kuruyoruz acaba? Yememiz-içmememiz, aile içi sohbetlerimiz, birbirimize karşı davranışlarımızda nezaket, zarafet, incelik, hassasiyet var mı? Sırf cep telefonu konuşmaları bile size bir fikir verebilir durumumuzu ortaya koyma bakımından. Nezaketli ve olgun bir karaktere sahip olmak, müminin bütün güzel ahlak özelliklerini daha değerli hale getirir.

Nezaket, kibarlık, ince düşünce; bir kaç aşama sonrasını, olayların gidişatını, insanlar üzerinde oluşturabileceği olumlu ya da olumsuz etkileri hesaplamak, hoşgörülü, sevecen, bağışlayıcı, şefkatli, merhametli olabilmek, gerektiğinde karşı tarafın iyiliği, rahatlığı için nefsi ezebilmek çok önemlidir. Olgunlukla davranmayan insanlara olgunlukla; nezaketsiz, münasebetsiz davranışlara nezaketle karşılık vermek Kuran ahlakına en uygun tavırdır. Cahilce ya da yanlış tavırlarla karşılaşıldığında nezaketsizliği hak görmek; münasebetsiz davranışlara münasebetsizlikle karşılık vermek, ne kadar güzel özellikleri olursa olsun, yine de müminin ahlakında tamamlaması gereken önemli boşluklar olduğunu gösterir.

 Müslümanın özelliği, lafını sözünü bilmesi, karşı tarafı mahcup etmeden olayları halletmesidir. Gerilmeden, karşı tarafı gerginliğe sürüklemeden, gerilimli bir ortam oluşturmadan, insanları kırmadan, onlara tedirginlik vermeden, sevgiyle, şefkatle ve nezaketle olayları çözümlemektir. Yatıştırıcı olmak, sözün en güzelini, tavrın en akılcısını, en nezaketlisini seçebilmek, her zaman önce karşı tarafı kırmamayı amaçlamak Allah'ın rızasına uygun olan ahlaktır. Nefsin çirkin istekleri uğruna, nezaketten uzaklaşmak mümine yakışmayan bir tavırdır.

Dünkü insanımız; kendisini ibadullah “Allah’ın kulları” olarak görüyordu. Küffara karşı şiddetli, celalli; kendi arasında şefkatli ve merhametliydi. Aklı selim, kalbi selim, zevki selim sahibiydi. “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa alsın” düsturunca, dışarıdan gelen faydalı hususlara açıktı. Cemiyetin menfaatini, şahsi menfaatinden üstün tutuyordu. Dün ineğini komşusunun çayırında, “izinsiz otlattı” diye, akşam sağdığı sütü komşusuna gönderen, alacaklısı bulunduğu kimsenin ev veya ağacının gölgesi altında gölgelenmeyi fâiz sayan, izinsiz girdiği bağdan kopardığı üzüm salkımının parasını üzüm dalına asan insan, bizim insanımızdı. Nalsız beygire yük vurana, hayvana zulmettiğini hatırlatan, buzağılı ineği sonuna kadar sağmayı yasaklayarak buzağıya yeterli süt payı bırakma mecburiyeti getiren de bizim insanımızdı. Saksıdaki çiçekleri dahi konuşturuyorduk. Mesela camın önüne konmuş saksıda sarı bir çiçek varsa, bunun manası “Ey yolcu! Bu evde hasta var. Yüksek sesle konuşup onu rahatsız etmeyiniz. Şayet saksıda kırmızı çiçek varsa “Ey yolcu; bu evde gelinlik kızımız var. Kullandığın kelimelere dikkat et. Ağzından galiz bir kelime çıkmasın” mesajı yüklüydü. ‘Dilim etti beni dilim dilim.’ İkazını yapan bizim insanımızdı. Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim de bize konuşma üslûbumuzun nasıl olması gerektiğini öğretip gereken dersleri çıkarmamızı emretmiyor mu?

“Kavlen sedîda”: Her zaman doğruyu söyle. “Kavlen Kerîma”: Ana-babaya güzel söz söyle. Gönül alıcı, keremli söz söyle. “Kavlen ma’rûfa”: Yerinde ve uygun söz söyle.

“Kavlen beliğa”: Beliğ ve tesirli söz söyle. “Kavlen meysûra”: Gönül alıcı söz söyle.

“Kavlen leyyinâ”: Suyun akışı gibi yumuşak söz söyle.   

Şeyh Sâdî  kâfirlerin kılıcından emin olduğu, Müslümanların dilinden kurtulamadığı derviş geçinen bir adamla karşılaşır.  

Misafir olduğu bir derviş topluluğu içinden birisinin, bir başkasını çekiştirdiğine ve aleyhinde konuştuğuna şâhid olur. Gıybet konusunda ileri giden bu kişiye sorar:

"Sen hiç kâfirlerle cihâd ettin mi?"

Adam cevap verir:

"Hayır! Ben şimdiye kadar halvet-hânemden dışarı bir adım dahi atmadım"

Bu söz üzerine Sâdî şöyle der:

"Ben senin kadar talihi ters adam görmedim. Kâfirler senin kılıcından emin oluyor da, Müslümanlar dilinden kurtulamıyor."

Bir çok insanın ilim ve teknoloji ile ilgili yasaları bildiğini ve güzel san'atların bir çoğunda da becerileri olduğunu görürüz. Fakat bunun yanında yine bir çok insanın nezâket, incelik ve gönül kazanma denilen o güç san'atların tamamıyla câhili olduğunu fark ederiz. Herhalde san'atları öğrenirken listenin en başına "'insanlık sanatı"nı  koymak gerekecek.

Nezaket ve dostluk, sertlikten ve kabalıktan kuvvetlidir. Hayat dostlarla güzelleşir. Zarif ve nazik insanların hasretini çekeriz hep.  

Peygamberimiz  amcası Abbas’a bir gün  “Sen mi büyüksün, yoksa ben mi?” diye sorar.  Amcası Abbas, nezaket ve zarafetini konuştururcasına:

“Siz büyüksünüz, ben sizden yaşlıyım” cevabını verir.

İnanan insanların kendi aralarında ve inandıkları tebliğinde en çok eksikliği hissedilen ve bir "davet problemi" olarak karşımıza çıkan davranış şekillerinden biri de nezâkettir. Herhangi bir isteğimizi başkasına ancak güzellik ve tatlılıkla yaptırabiliriz. Gönüllerdeki sevgi çiçeğini ancak nezâket ile açtırabiliriz. Nezaket, ‘Eveti yüceltmeden, hayırı incitmeden söylemek; teşekkürü yerlere yatmadan, rica ederimi böbürlenmeden söylemek’ diye de ifade edilmiş. Saygı ve sevgi çerçevesinde gönle hitap ederek muamele etmenin adı belki. İyiliği emretmek, kötülüğü sakındırmakta nezâket, tatlı söz ve yumuşaklık çok önemli.

Bir sultan rüya aleminde dişlerinin önden arkaya doğru döküldüğünü görür. Gördüğü rüyanın yorumunu yaptırmak üzere rüya yorumcularından birini huzuruna çağırır ve ondan gördüğü rüyanın tabirini ister. “Sultanım!” diye cevap verir tabirci, “O kadar uzun yaşayacaksınız ki, bütün oğullarınızın ölümlerini göreceksiniz.” Sultan, oğullarının ölümünden bahseden tabircinin sözlerine öfkelenir, muhafızlarına adamı zindana atmalarını emreder. Sonra başka bir tabirciyi çağırır ve aynı rüyayı ona da anlatır. “Sultanım!” der bu defaki tabirci, “Allah size o kadar bereketli ve uzun bir ömür hediye edecek ki, evlatlarınızın hepsinin mutluluklarını göreceksiniz ve hepsinden uzun yaşayacaksınız.” Sultan bu habere çok sevinir ve tabirciye kese kese altın ihsan eder. İki tabirci de aynı şeyi söylemişti; ama ilki, söyleyeceklerini incelikten uzak, yalın bir üslupla dile getirmiş, ikincisi ise insan duygularını gözeten ince ve ustalıklı bir dil kullanmıştı.

Kur'ân-ı Kerîm'in yumuşaklığa teşvik ve katılıktan sakınma konusundaki uyarıları, Peygamberimizin bu husustaki  işaretleri şüpheye yer vermeyecek şekilde bu üslûbun etkinliğini açıkça ifâde etmektedir. Allahü Teala, Peygamberini insanları davete memur kılarken, hikmetten ayrılmamasını tavsiye ederek şöyle buyuruyor: "İnsanları Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücâdeleni en güzel şekilde yap. Şüphesiz ki Rabb'in yolundan sapanları da, hidâyete ermişleri de en iyi bilendir" (16 Nahl 125)

Yani, başkasıyla  tartışma ve mücâdeleye girme ihtiyacı duyan bir kimse, yumuşak  ve güler yüzlü olsun. Bir de karşısındakine güzel söz söylesin.

Al-i Imrân Sûresi"nde de, yumuşak davranmanın yardımcı ve  taraftar kazanma, en sonunda davetin yayılıp kalplerin ısındırılmasında rolü olduğuna işaret edilerek şöyle buyruluyor: "(O vakit  Sen Allah'tan bir esirgeme sayesindedir ki onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi.  Öyleyse onların kusurlarını affet. Onlar için mağfiret dile.”(3 Ali İmran 159)

 Abbasîler döneminde halktan biri halîfeye: "Bana neden öyle sertlikle muamele ediyorsun. Ben Firavun'dan kötü o değilim. Sen de Hz. Musa'dan üstün değilsin. Cenâb-ı Hakk, Hz. Mûsâ'ya, Firavun'a git, yumuşak söyle" demiştir diyerek halîfenin daha dikkatli nasihat etmesini sağlamıştır.(20 Taha 44) Nezâket, aynı zamanda dostluğa ve birliğe giden yolun da anahtarı durumundadır. Bu gerçeği çok iyi bilen Allah Resulü, her konuda olduğu gibi nezâket ve rıfk ile muâmele konusunda da ümmetine örnek olmuş, inananlar arasında soğukluğa, ayrılığa sebep olacak en küçük bir davranışa bile izin vermemiştir. Bu konuda ilginç bir örneği sahabe Ebû Sa'lebe şöyle rivâyet ediyor:

Allah Resûlü'nün kumandasında çıktığımız bir sefer sırasında konakladığımızda arkadaşlar bölük bölük vadilere ve yamaçlara yayıldılar. Bu durumu müşahede eden Peygamber Efendimiz şöyle dedi: "Kalblerinize sıçrayabilecek bu tür ayrılık ve dağınıklıklar size Şeytandan gelen duyguların sonucudur. Böylesine dağınık bir şekilde oturmayın." Râvî Ebû Sa'lebe diyor ki: Hz. Peygamberin bu ikâzından sonra bir yere konakladığımızda sahâbîler birbirlerine öylesine sokuluyorlardı ki (gören bir kişi tarafından) üzerlerine bir örtü çekilse hepsini içine alırdı.

Hadîste de görüldüğü gibi Allah Resulü ümmetinin fizikî bir ayrılığına bile razı olmamaktadır. Böyleyken hiç aynı inancı paylaşan kardeşlerin birbirleriyle kaba, sert ve incitici konuşmalarına, birbirlerinin aleyhinde gıybet, iftira ve hatta küfre kadar varacak çirkin sözler söylemelerine razı olur mu? Bizler "müminler, birbirlerini bağlayıp, destekleyen bir binanın taşları gibidir" hadisinin duyarlılığını taşımalıyız. Biz kolaylaştırıcı olarak geldik, zorlaştırmaya gelmedik. Hem kazanmaya çalışıyoruz, hani kolaylaştıracaktık, zorlaştırmayacaktık, hani müjdeleyecektik, nefret ettirmeyecektik, hani yaptıklarımızı minnet altında bırakmadan, başa kakmadan yapacaktık? Kalp kırmayı Kâbeyi yıkmak gibi gören bir anlayışın  mensuplarındaki bu rikkat ve dikkatin kaybolması ekonomik gelişmeyle ters orantılı mı acaba? Yahut insan kalitemizde bir problem mi var?

Peygamberimizin İçki yasağını ihlal ettiği için tekrar tekrar ceza uygulanan bir sahabiye, kızgın arkadaşları tarafından edilen hakareti kabul etmeyip tasvip etmeyişi; Taif’te kendisini taşlayan ahaliye karşı bile “Ya Rabbi, bilmiyorlar!” diyerek onların azaba uğramasına engel olmaya çalışması, abasında uyuyan bir kediyi uyandırmamak için elbisesini kesen bir Peygamberin Ümmetindeki bu hal neyin nesi? Gece teheccüt namazı için kalktığında Hz. Aişe validemizi rahatsız etmemek için  azami dikkat gösteren, nafile ibadetleri için müsaade isteyen bir Peygamberimiz var bizim. “Ben kabalıktan ve katılıktan hoşlanmam” diyen bir Peygamber. Bu Peygambere lâyık bir Ümmet olma sorumluluğu içinde hareket ederiz İnşaallah. Çünkü biz, her yerde Müslümanız.  Her yerde, her zaman ve zeminde her hal ve şartta Dinimizi yaşarız, yaşamalıyız.