İnsan ve İnfak
Varlık üzerinden müminlere terettüb eden sorumluluklara baktığımız zaman, Kur’an’ı Kerim’de şu kavramlar dikkatimizi çekiyor...
18/02/2010 - 12:20

Zekat, tezekki, tezkiye, sadaka, infak, mal ile cihad, karz-ı hasen, ita, it’am, fekki rakabe, tahriri rakabe, birr, ihsan, isar, fidye, keffaret, cizye, ganimet vs.

 

Bunlar Müslümanların mali imkanlar bağlamında arınmalarını sağlayan konulardır.
Modern zamanların mali ilişkilerine baktığımız zamanda insanlarımızın gündemini dolduran literatür şu kelimeleri içeriyor:


Kâr, kazanç, gelir artışı, GSMH, ciro, kredi, prim, ücret, faiz, fon, repo, kur, kalkınma payı, para akışı, ekonomik göstergeler, borsa, döviz, hisse senetleri, banka tahvilleri, sigorta, finans kaynakları, reklam, rekabet piyasası, rant, reyting, bilanço, envanter vs.


Bu sıralamayı uzatmak münkün, ancak buna gerek yok, önemli olan günümüz Müslümanlarının bu kategorilerden hangisi ile daha ilgili olduğudur. Gerçekten konuşma dilimizi belirleyen, yaşam standartlarımızı şekillendiren hangi kelime grubudur. Bunun üzerinden ait olduğumuz anlam dünyasını, hayat mantalitesini tesbit edebiliriz…


Tabii ki, bunu doğru belirleyebilmek için dünyayı değerlendirirken kalkış noktamız ne olacak?


Biz mi dünya içiniz, dünya mı bizim için?


Mal mı bize ait, biz mi mala aitiz?


Sürükleyen kim, sürüklenen kim?


Aslında mala, mülke sahip olmak sorun değil, sorun servetle kurulan ilişki biçimidir. Öncelikle mülke bakış açımızı sahihleştirmek gerekiyor. Mülkün Mutlak Maliki olan Allah’ı atlamadan, emanet bilinci ile olayı kavramak ve gerçeği teslim etmek durumundayız.


Emrimize amade kılınan evreni; emanet ve ehliyet hassasiyeti ile idrak ettiğimiz zaman, ne sahip olduklarımızla tekasür ve tefahür yarışına gireriz, ne de kimseye tahakküm ve tecavüzde bulunma yanlışına düşeriz...


Çünkü, nihayetinde “Mülk Allah’ındır”


İlahi İrade’nin mülke müdahalesini kimse yok sayamaz. Hiç kimsenin “bu benim mülkümdür kimse karışamaz”, deme hakkı yoktur. Varlık ancak Varedenin muradına uygun olarak kullanılabilir.

Bunun adı, kulluktur…


Bu bakımdan İlahi İrade’nin mülke müdahelesinin ismi, zekattır…


Bunun en alt limiti, kırkta birdir… Bundan sonrası için sınır yok, imanın kemali ile ilgili bir durumdur. Kırkta kırkını veren, kırkta biri istiyor, çok mu? Sonuçta Allah’ın bize verdiğinden vermiyor muyuz? Kimin malını kimden esirgiyoruz? Kaldı ki, verdiklerimiz bire yediyüz olarak bize dönecek, bunu da biliyoruz…


Vermemekle hangi akla hizmet ediyoruz?


Veren Allah’tır…


“Ver”, diyen de Allah’tır…


Vermemezlik edebilir miyiz? Buna hakkımız var mı?


İnsan ne zaman vermez? Mülkün Sahibi’ni unuttuğu zaman, her şeyi kendinden bildiği vakit…
“Karun: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti….” (Kasas 78)


Azgınlık, taşkınlık, küstahlık, kendini büyük ve müstağni görme, şımarma, haddini aşma, aç gözlülük, bencillik, cimrilik Karunların karakteristik özelliğidir… Gözleri başkalarını görmezler…


“Allah’ın sana verdiği gibi sen de ver.”(28/97) buyruğuna kör ve sağır kesilirler…


Anlıyoruz ki, infak ve ihsan, iman ve ihlas işidir…


Arzularını aşanlar bu işi başarabilirler…


Verebilme gücü ve becerisi de Allah’ın insana bir ihsanıdır…


İnfak üzerinden öncelikle bir zihinsel dönüşümü yakalamak, başkası için varolma bilincini kuşanmak gerekiyor. Bu konu sadece kendisi için yaşayanların anlayabileceği bir durum değildir. Bu erdem başkası için yaşayanların dünyadaki en büyük hazzı ve huzurudur…


Tutkuların tutsağı olanlara özgür diyebilir miyiz?


Bugün bencilleşen, bireyselleşen, dünyevileşen insanlar varlık içinde de olsalar yalnızlaşıyor ve fıtratlarına yabancılaşıyorlar… Yeryüzünün efendisi olması gereken insan, maddenin kölesi durumunda… Zenginliğin şaşaası ile şımaran insanlar şuurlarını yitirdi, hayata şaşı bakıyorlar….

Şaşkınlık ve yalnızlık bir kabus gibi kendilerini sardı…


Para paradigmasında paylaşıma yer yok… İnsanın pahası para ile ölçülür oldu… Artık para her şeydir… Paraizm, paganizme kapı aralıyor… Tam da bu noktada Rasulullah (sav) uyarıyor:


“Altına, gümüşe ve lükse kul olan kahrolsun.” (İbni Mace-Tirmizi)


Bu kahredici tutkular insanın tüm değerlerini ve erdemlerini yok ediyor… Toplumsal doku çürüyor… Kin, nefret, hased, hırs, tamah yakıcı bir ateş gibi insani tarafımızı silip-süpürüyor…


Salebeleşen insanlar Kur’an’ın tesbiti ile buhl/cimrilik, kenz/stokculuk, şuhh/bencillik, israf, tebzir/saçıp, savurmacılık illetleri ile yaşamlarının karardığının farkındalar mı, bilmiyorum…


Tüketim toplumu olmanın getirdiği savurganlık ve cimrilik insanın çamurlaşmasına neden olmakta, curuf ve cürüm bataklığına sürüklemektedir… Refah seviyesi yükselen infaksız ve insafsız toplumlar felahtan uzaklaşmaktadırlar...


Ekonomik kriz dönemlerinde tasarruf tedbirleri ile kendilerini teminat altına almaya çalışan toplumlar, tasadduk ikliminin inşirah, itminan, sekinet ve sükunetinden mahrum yaşıyorlar…

Görünür krizleri atlatsalar bile, “iç fakirlik” onları güvensiz ve doyumsuz kılmaktadır…


Peki, bu durumda olması gereken nedir?


Sekülerizmin maddeye yüklediği “dünyevi” değere bizim bir de “uhrevi” boyut kazandırmamız gerekir. İş dünyamızda kâr etmenin dünyevi getirisi yanında infak etmenin, hayır işlemenin, sevap kazanmanın manevi hazzına müşteri olmak durumundayız…


Meta üzerinden veraların verasına uzanmak…


Bunu başarabilmenin şifresini ise Hz. Süleyman (as) bizlere sunuyor. Tüm sahip olduğu sulta ve serveti şu cümle ile Allah’a bağlıyor.


“Bu Rabbimin lütfundandır…” (Neml 40)


Evet, fakirlere yardım, onlara bir lütuf değil, aksine bir hakkın teslimi, sorumluluğun tescilidir...
Geriye kalan sorumluluk ise sadaka ile Rabbe olan sadakatı sürdürmektir. Mücadele yolundaki aidatlar ile aidiyetimizi netleştirmektir…


Bugün bizden beklenen vermektir. “Veren el” olmaktır… İten, ezen, sömüren, öteleyen, erteleyen değil veren el… Olanı adamak, lokmayı paylaşmak… Yani yara sarma, derman olma seferine çıkmak…


Daha da önemlisi infaklarımızla kendimizi korumaya almaktır…


Kim bilir, belki “yarım hurma” bile ateş çemberini yarmamıza yeterli olacaktır… Çünkü “yarım hurma”ya değer biçecek olan Allah’tır… İlahi mizanda bunun neye tekabül edeceğini biz bilemeyiz, O bilir… İlahi hesaplamada her şey kayıt altında… Kayıtdışı hiçbir şey yok… O halde yarın için önceden nasıl bir takdimede bulunduğumuza bakmamız gerekmiyor mu?


Yarın Allah’ın huzurunda harcanmamak için bu gün Allah yolunda harcamamız gerekiyor…


İnsana yakışan vermektir. Merhametin en ileri tezahürü infaktır… İnfak, insani yönümüzün tebarüz ve temayüz etmesidir… İnfak, sorumluluk ve sahiplenme bilincidir…


İnfak bilincinin en güzel örnekliğini Yüce Rasul’de görmekteyiz.


Hz. Peygamber (sav) ahirete irtihalinden önceki son hastalığında yatağında acılar içinde soğuk terler dökerken üzerinde bir tedirginlik vardı. Bir ara önemli bir konuyu hatırlamış olmanın verdiği heyecanla Hz. Aişe (ra)’ye seslendi. Hz. Aişe (ra)’nin yanında bulunan altı veya yedi dinarı vardı.

Bunun Medine’de Ensarın fakirlerine dağıtılmasını emretti. Sonra hastalığın ağırlığı ile daldı.

 

Hastalığın telaşı içindeki Aişe validemiz infak görevini yerine getirmeyi unuttu. Hz. Rasulullah (sav) gözlerini açınca tekrar sordu. Hz. Aişe:


“Vallahi senin hastalığın beni meşgul etti.” Peygamber Efendimiz(s.a.v) dinarları isteyip avucuna aldı:


“Allah’ın Rasulu Muhammed bunları fakirlere infak etmeden Rabbine kavuşacağını sanmıyorum.” buyurdu. Fakirlere bölüştürdü ve sonra;


“İşte şimdi rahatladım.” buyurdu ve tekrar daldı gitti. (İbn Sad)


Dinarları saklı tutmak O’na sıkıntı veriyordu… Ölüm ötesi yatırımı önceliyordu... Huzuru infakta buluyordu... Geride az da olsa bekletilen parası bulunduğu halde ilahi huzura çıkmak istemiyordu...
Bu örnekliği önemseyen ashab-ı kiram bir infak hareketi başlattılar…


Her mümin bu hareketin gönüllü ve aktif neferi idi. Bu bilinç zamanla öyle gelişti ki, Ömer b. Abdulaziz döneminde zekat ve sadaka verilecek bir kişinin bile kalmadığı güzel bir toplum oluştu.

O toplumun ruh kökenindeki değerlerin bu gün yeniden keşfedilmesi gerekiyor…


Evet, infak toplumu olmak, ihsan medeniyetini kurmak… İnsana yakışan budur…


Ama önce infak ahlakı…


Verirken başa kakmadan, gönül incitmeden, minnet altında tutmadan, onur kırmadan verebilmek…
Iskartayı, defoluyu, ehveni “hayır” adına elden çıkarma kurnazlığına kaçmadan…


“Kaz gelecek yerden, tavuğu esirgememek” uyanıklığına soyunmadan… Gösteri, gösteriş, görünme arzusunun ağına düşmeden… “Allah yolunda” ve “Allah için” hareket ederek, verdiklerimizle arınmamızı tamamlamak zorundayız.


Evet, infaktaki ahlaki ilke neydi?


Hani “sağ elin verdiğini sol el bilmeyecekti” şimdi öyle mi?


İnfakın rüknü ihlastır…


Birçok Kur’ani kavramın içini boşaltıp tükettiğimiz gibi korkarım ki; “infak” da aynı akıbete maruz kalacak ve istismara konu olacak... İnfak ekseninde kurumsallaşırken daha bir dikkat gerekiyor.


Unutmayalım ki; Bizden Allah’a ulaşacak olan sadece takvamızdır…


Hayatın bereketi infakımızdaki ihlasta saklıdır…