İlla Namaz
Namaz tüm zamanları kuşatan bir kulluk eylemidir. Sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı… Kuşluk, teheccüd… Bir namazdan boşalınca bir sonraki namaz devreye giriyor. Anlıyoruz ki, namaz “boş vakitler” in uğraşısı değil, hayatın bütününü kapsayan olmazsa olmazımızdır…
03/12/2009 - 11:30

Her vakit bize tanıklık ediyor. Biz de her ana secde yüklüyoruz… Çünkü zaman bize emanet… Sürekli namazla durulur ve donanırız… Namazı tüm zamanlara yayan, zamana yenik düşmez… Namaz günü kucaklar…

 “Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler (hasenat), kötülükleri giderir. Bu ibret alanlara bir öğüttür” (Hud114)

Güneşten önce de, sonra da ayaktayız… Üzerine güneş doğmayan bir medeniyetin çocukları olarak, aynı zamanda üzerine güneş batmayan bir disiplinden geliyoruz…

Namaz ilahi bir gündemdir… Hayatın günübirlik, gaileleri, gelgitleri arasında Allah’tan kopmamak için namaz  devreye giriyor… Müslüman, günde beş defa hayatın yoğun temposunu durdurup, namaz ile ruhun doyum ve dolumunu sağlıyor. Durağanlıktan ve dağınıklıktan kurtulmak, yeniden doğrulmak için namaz insanın elinden tutuyor…

Namaz, alemlerin Rabbi yüce Allah tarafından günün belli dilimlerine yerleştirilmiş tevhidi bir ıslah eylemidir… Belirlenmiş aralıklarla hayatı tarama ve tamamlama fırsatı sunuyor…

Efendimizin (sav) dünyada bize belirlediği hedef, biçtiği misyon belli:

 “Yeryüzü bana mescid kılındı!”

Hayata nereden bakacağımızı, dünyayı hangi bakış açısı ile okuyacağımızı bize öğretiyor… Tüm arza secdeyi yaymamız gerekiyor… Yani yeryüzü bir seccade… Kimileri için yeryüzü sadece bir üretim ve tüketim sahası… Yani iş alanı… Kimileri için sömürü ve savaş meydanı… Kimileri için ise otel ve lokantadan başka bir anlam ifade etmiyor. Kimileri için  oyun ve eğlence salonu…  Mescidsiz bir dünya insanın zindanıdır ancak. Arzın tanzim ve tezyini namazla mümkün. Yeryüzünün sulh ve salahı salatla gerçekleşir. Bu bakımdan namazın koruyucu ve kurucu gücünü keşfetmek lazım…

Hayatın ağırlığı üstümüze çöktüğünde namaz elimizden tutar. Karanlıktan, kirlilikten, korkaklıktan korur bizi… Namaz, yaşadığımız günleri bir güvenlik iklimine dönüştürür… Dünyanın hannaslarına, hasudlarına, hainlerine, haramilerine karşı namazı kuşanırız… Karanlığı yırtmak, kâbusları atmak, kaosları dağıtmakiçin hep namazlı olmayı tercih ediyoruz…

Hayatımıza el koymak isteyenlere inat, namazla direniyoruz… Namaz bize dik durmayı ve diri kalmayı öğretiyor… Hevaya yenik düşmediğimizi, tuğyana teslim olmayacağımızı, karanlık güçlerle iş tutmayacağımızı namaz ile deklare ederiz.

Namaza durmak, tevhidi anlayış ve davranış biçimleri dışında hiçbirşeye itibar etmemektir… Namaz, hayatın rabbani bir rotaya oturmasıdır… Bu puslu bulanık dünyada, bizi hakikate yönlendirecek gerçekçi pusula kuşkusuz namazdır…

Öyle bir namaz ki; şeytanı kahreden… Şerleri defeden… Münkeri nehyeden… Fahşayı tardeden… Şehveti refeden… bir namaz…

Unutmayalım; Rabbinin huzurunda belini bükmeyen bir kişinin, küfrün belini kırması mümkün mü? Değil. Küfrün belini, şeytanın bacağını kıracak olan dosdoğru kılınacak olan namazlarımızdır… Bundan dolayı olsa gerek, İslam savaş ortamında bile illa namaz diyor… Savaşla namaz iç içe…

 “(Savaş ortamında) içlerinde olup onlara namaz kıldırdığında, onlardan bir grup, seninle birlikte dursun ve silahlarını (yanlarına) alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, ortanızda olsunlar. Namazlarını kılmayan diğer grup gelip seninle namaz kılsınlar, onlar da ‘korunma araçlarını’ ve silahlarını alsınlar…” (Nisa 120)

Savaşta bile namaz vazgeçilmez iken, barışta namazsızlığı nasıl anlamalıyız?

O ilk Kur’an nesli, kaybedilen savaştan daha çok zayi edilen namaza yanıyorlardı… Çünkü Peygamberinden böyle görmüşlerdi…

Rasulullah (sav) vaktinde kılamadığı bir vakit namaz için nasıl da ızdırap duyuyordu?

Bir gazve sonrası ashabı ile birlikte Medine’ye dönerken yorgun düşen ordu için yolda mola verdi. Ashabına seslendi:

            “Kim bizim için fecre kadar nöbet tutar? Olur ki, uyuya kalırız!”

Hz. Bilal (ra) öne atılır:

 “Ben” deyiverir. Ordu istirahrata çekilir. Bilal nöbettedir, ancak onun da üzerinde sefer yorgunluğu vardır. Sabaha yakın bulunduğu nöbet mahallinde devesine yaslanır ve uyuya kalır. Yükselen güneşin ışınları ile Hz. Peygamber ve ashabı uyanırlar. Sabah namazını kaçırmışlardı. Herkes üzgün…

Efendimiz (sas)’in ilk defa sert ve kınayıcı bir sesle Bilal’e çıkıştığını görüyoruz:

 “Bize ne yaptın Bilal!”

Bilal mahcup… Bilal mahzun… Elinde olmayan bir nedenden dolayı başlarına gelen bu musibet sebebiyle Bilal de yıkılmıştır, kendini savunmaya çalışır:

“İşte seni tutan şey, beni de tuttu.”

Herkes tedirgin, hüzün bulutları çökmüştü üzerlerine… Sanki savaşı kaybetmiş gibi bir halleri vardı… Başlar önlerine eğik… Acaba vaktinde kılınmayan bu namazdan dolayı Rasulullah (sav) ne diyecekti?

 “Namazı unuttuğunuz ve sonra hatırladığınız zaman onu ikame edin, ki Allah tebareke ve teala böyle diyor.”

Rahmet Peygamberi Hz.Muhammed (sav)’in insanlara karşı ne kadar merhametli olduğunu biliyoruz. O’nun insanlara beddua etmekten imtina ettiğinin de farkındayız. Fakat bunun bir istisnası vardır. O da Hendek savaşında düşman güçleri ikindi namazını kılma fırsatı vermemişlerdi. Bunun üzerine Nebi (sav) onlar hakkında:

 “Onlar nasıl güneş batıncaya kadar uğraştırıp bizi orta (ikindi) namazından alıkoydularsa, Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun” diyerek beddua etti, ilendi.” ( Buhari-Müslim)

Belki de bu nebevi cümleden hareketle bizi namazdan alıkoyan her ne ise ona “olmaz olsun” dememiz gerekecektir… Bu iş, eş, aş, arkadaş, ya da başka bir şey olabilir… Namazla aramıza giren, namazımızı engelleyen herşey bizden uzak  olmalı…

Evet, o ilk İslam nesli için namaz, sadece namaz değildi… Onların dünyasında namazın farklı bir anlamı ve derinliği vardı… Namaz aynı zamanda; kıraat, zikir, hamd, dua, istiğfar, oruç, tefekkür, tesbih, tevhid demekti…

Dünya hayatının keşmekesi içinde Allah ile irtibatımızı kalıcı kılacak olan namazın ikamesidir… Ancak unutmayalım ki, huşu katmadığımız bir namazın kıymeti yoktur… Ruhumuzda iştirak etmiyorsa, sadece bedenin eğilip-kalkması namaz değildir. Namazı yüreğinin derinliklerine indirmek gerekiyor… Yoksa namazdan huşuyu çekip alırsanız geriye sadece kültür-fizik kalır…

Öyle bir namazımız olsun ki, bizi Rahman’a ram eylesin… Ne hayatın yoğunluğu, ne bedenin yorgunluğu, ne de yorganın yumuşaklığı bizi namazdan alıkoymasın…

Yani Kur’an’ın işaret ettiği, Rasul’ün ikame etttiği namaz… Ne eksik, ne fazla O’ndan gördüğümüz gibi bir namaz… Şimdi, O (sav)’nun “gözümün nuru” dediği namazı gözümüzde büyütebilir miyiz? O ki, O’nun ümmetiyiz, gözümüzü koruduğumuz gibi namazı da korumamız gerekiyor…

      Çünkü, hız ve haz dünyasında bize itidal ve istikamet kazandıracak olan huşu üzere kılınan namazdır… Kıbleye yönelmek  tüm dünyacı, zevkçi, çıkarcı eğilim ve yönelişleri aşmak ve aşağılamaktır…

Böylesi bir namaz bilincini kuşandığımız zaman göreceğiz ki;

Nasıl ki, Hz. Musa (as)’ın asası var idiyse, bizim de namazımız var… Namazla çağın sihirli tuzaklarını bozmaya ne dersiniz?

Hz. Nuh (as) gemisi ile tufanları nasıl aştı ise, biz de tuğyanları namazla alt etmeyi pekala başarabiliriz…

Hz. Süleyman (as)’ın saltanatına imrenerek ve ibretle bakanlar, takılı kalmayın, bizim de salatımız var…

Hz. Muhammed (sav)’in miracı gözlerimizi kamaştırırken, namazın bize miraç kılındığını unutmamak lazım…

Hz. İsa (as)’a açılan “maide” yi okurken, namazın bize sunulan bir gök sofrası olduğunun farkında mıyız?

Namazın gücünü anzak hakkıyla namaz kılanlar elde edebilir.

Namaz nizamdır… Gecemize, gündüzümüze çeki-düzen vermiş oluyoruz… Namazla kendimizi inşa eder, arzın ıslahına ve imarına talip oluruz… Evet, biz namazı ikame ettikçe, namaz da bizi inşa edecektir… Hiç kuşkusuz, namaz bizi insan kılacaktır… Çünkü namaz rayından çıkan hayatı mecrasına oturtmaktır… Daha doğrusu  rotayı cennete doğrultmaktır… Gecemize, gündüzümüze, yazımıza, kışımıza, ömrümüze, ölümümüze, mesaimize, tatilimize, özelimize, genelimize namazı yerleştirmek durumundayız… İşte o zaman namaz bizi kuşatacak… Namaz bizi kuracak… Namaz bizi kılacak…

Görünen o ki, bugün namaz kılanların bile namaza ihtiyacı var… Hem de namaz gibi namaza… Mirac olacak, müjde olacak, moral olacak, mecal olacak bir namaza…

Sürekli, acaba namazıma bir halel geldi mi endişesi ile ürpermeliyiz… Umulur ki, işte o zaman, namaz dışındaki zamanlarımız da namaz yerine geçecektir… Her an namazdaymışız gibi bir ruh halini kuşanmış oluruz… Hayatı namazlaştırdığımız zaman, namaz da hayatlaşmış olur…

Daha açık ifade etmek gerekirse; kulluk kalitemizin göstergesi namazdır… Başka bir ifade ile kulluğun özü ve özeti namazdır.

Sözün özü; dirilişimiz namazla olacak, bunun için de önce bizim namazı diriltmemiz gerekiyor… Ve bizden namazı her yere yaymamız bekleniyor…

Bizim kuşak olarak, yıllarca şu sloganla yürüdük:

 “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın!”

Ama bu sloganı şiar  edinenler iktidar oldular, hâlâ ne zincirler kırıldı, ne de Ayasofya açıldı… Niçin?

Vardığım sonuç şudur: Bu sloganla yürüyenler önce sabah namazlarında Sultan Ahmet Camiisini doldurmadıkları sürece Ayasofya’nın açılacağını sanmıyorum… Yani Ayasofya’nın cami olmasının yolu sabah namazlarında camileri cemaatle doldurmaktan geçiyor…

Tabii önce bu bilinçte bir cemaatin inşası gerekiyor… Belki o zaman Rabbim özgür Mescid-i Aksa’nın yollarını da bize açacaktır…

            Hülasa; namazsız İslam yok…

             Namazsız hayatta hayat değildir, yaşamaya değmez…

            Belki şu soru zihninizi kurcalayabilir: Namazı terk etmenin hiç mi bir yolu yok? Var…

            Şayet, Allah’a işiniz düşmeyecekse, namaz kılmayabilirsiniz!

             Ya da sakar (cehennem ateşi) bana işlemez diyebiliyorsanız, namazı terk edebilirsiniz?

            Değilse;

İlla namaz… İlla namaz…İlla namaz…